Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
13
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği
Politikaları:
Sol-Feminist Bir Eleştiri
Meryem KORAY
Özet:Bu yazı, sol-feminist bir yaklaşımla ve AB ve Türkiye’deki
eşitlik politikalarının sosyo-ekonomik sonuçlarını dikkate alarak,
cinsiyet eşitliği politikalarının küreselleşen kapitalizm ve neo-liberal
politikalar karşısındaki konumunu tartışmayı amaçlamaktadır.
Kadınlara Karşı Her Tür Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin
kabulü ve cinsiyet eşitliğinin BM ve AB tarafından anakımlaşmaya
konu edilmesiyle birlikte, cinsiyet eşitliğinin yalnız feminist bir talep
değil ulus devletin hedeflerinden biri haline geldiği biliniyor. Fakat AB
çevresinde eşitlik politikalarının anaakımlaşmasıyla ilgili tartışmalar
genellikle politikaların yetersizliğine işaret ederken, ancak
kurumsallaşmış refah devletinin toplumsal yapı ve ilişkilerde cinsiyete
duyarlı kural ve uygulamaları hayata geçirmeye elverişli koşullar
sunabildiğini ortaya koymakta. Öte
yandan gelişmekte olan ülkelerde ve Türkiye’de kadının kötüleşen
koşullarının, eşitlik politikalarının küresel kapitalizm karşısındaki
zayıflığını daha da görülür hale getirdiği görülmekte. Daha önemli
olan ise, yalnız kadın ve erkek arasında değil, bütün dünyada kadınlar
arasındaki eşitsizliklerin artmasıdır. Sonuç olarak tüm bunların,
feministler için, eğer feminizmin ilkeleriyle tutarlı kalmak ve
sosyal/küresel düzeyde kadınlar arasında dayanışma oluşturulmak
istenirse, eşitlik politikalarının yetersizliğini kapitalist sistem ve
ekonomi politikalarının mantığı ile ilişkilendirme ihtiyacını
doğurduğuna da kuşku yok.
Anahtar sözcükler: eşitlik politikaları, cinsiyet eşitliğinin
anaakımlaşması, küresel kapitalizm, feminizm, kadın hareketi, AB,
Türkiye.
Summary: This article mainly aims to discuss the position of the
globalized gender equality policies versus globalized capitalism and
neo-liberal economic policies from a left-feminist perspective, and by
taking into consideration the socio-economic results of the policies in
Çalışma ve Toplum, 2011/2
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
14
the EU and in Turkey. It is known that, after the approval of
CEDAW and with the acceptance of gender mainstreaming as a
political strategy by the United Nations, and European Union, gender
equality became one of the aims of the national states, not only a
feminist demand. But, while the debates related to the gender
mainstreaming in the EU indicate in general the inefficiency of the
policies, just put in light that well institutionalized welfare states seem
available to implement gender-sensitive norms and practices in the
social structures and relations. On the other hand the worsening
conditions of women in all developing countries and in Turkey make
more clarified the weakness of the equality policies versus globalized
capitalism. What is more important is that, not only inequality
between woman and man, but also inequalities between women in all
over the world increase. Consequently, it is out of doubt that all of
these results specify the need to relate the insufficiencies of the
equality policies with the logic of capitalist system and the economic
policies for feminists, if it is wanted to be consistent with the
principles of feminism, and to create a social and global solidarity
among women
Key words: gender mainstreaming, equality policies, global
capitalism, feminism, woman movement, EU, Turkey
Kadınların yaşadıkları sorunların büyüklüğü biliniyor. Kuşkusuz ülkelerarası
farklılıklar var ve tartışmalar nereden bakıldığına göre değişmekte. Eşitlik
politikalarını “olumlu” sonuçlarını yaşayanlar da olabilir! Ancak yaygın ve derin
sosyo-ekonomik sorunlar görülmeyecek, konuşulmayacak gibi değil. Bu yazı da,
eşitlik politikalarının AB çevresinde ve Türkiye’de ortaya çıkan “sosyo-ekonomik”
sonuçları üzerinden bir eleştiri, bu politikaların küresel kapitalizm içindeki anlamı
ve işlevine yönelik bir sorgulama.
Neden sosyo-ekonomik sorunlar dersek, yanıtlar açık. Bir kere, feminizm
açısından kadının güçlenmesi, bu anlamda ekonomik güç kazanması başlı başına bir
hedef ve ekonomik gücün kadının öteki alanlarda da güçlenmesi için anahtar bir rol
oynadığı bilinmekte. İkincisi, sosyo-ekonomik sorunların yaygınlığı konuşulmayı
hak ediyor. Üçüncüsü, bu sorunlarla ilgili önlemler almak ve kadın için koşulları
iyileştirmek, eğer istenirse, sosyo-kültürel anlayışları değiştirmekten daha kolay ve
çabuk olabilecekken, bu koşullarda iyileşmeden değil, kötüleşmeden söz
edilebileceğini görüyoruz.
Her yerde ortaya çıkan sorunlu tablo, eşitlik politikaları ve sonuçlarını hiçbir
ülkede tek başına ele veya almanın yeterli olmayacağını da gösteriyor. Şurada veya
buradaki yetersizliklerini konu etmek, ya da buradakini oradaki daha olumlu
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
15
modelle kıyaslamak da tek başına bir anlam ifade etmemekte. Daha kapsamlı
yaklaşımlara da, feminizmin duyarlılık ve dayanaklarını dikkate alan analizlere de
ihtiyaç var.
AB çevresinde ortaya çıkan bazı tartışmaların ise, Türkiye’de örnek alınan
ülkelere hem kendi içlerinden bakmak hem de yaşanan sorunların ortaklıklarını
görmek açısından anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle uygulamaları
karşılaştırmak yerine, AB çevresinde ortaya çıkan tartışmaları gündeme getirmek ve
buradan yola çıkarak eşitlik politikalarının sistem içindeki yerini tartışmak istedim.
Bu yazıda ideolojik bir tartışma yapmayı düşünmüyorum; ancak “solfeminist”
bir yaklaşımı esas aldığım gibi, bu tartışmaların arkasında bugünkü
dünyanın ve insanlığın, sol, feminist, ekolojik kaygıları bir araya getirecek sentez ve
ittifaklara ihtiyaç duyduğuna ilişkin görüşüm de var. Birçok feminist yaklaşım
olduğunu bilsem de, eşitlik politikalarının gelip tıkandığı bu noktanın, her feminist
yaklaşımı hem ilkesel anlamda kendisiyle tutarlı kalmak hem de kadınlar arasında
bir dayanışmayı var kılabilmek adına ilgilendirdiği görüşünde olduğumu da
söylemeliyim. Sosyo-ekonomik sorunlara uzak bir feminizmin, ya da feminist (ve
ekolojik) duyarlılıklara kapalı bir solun, hem kendi önceliklerine ve amaçlarına hem
de küresel kapitalizmin dayattıklarına yanıt vermekte yetersiz kalacaklarını
düşünüyorum. Yazı, bu yaklaşım açısından da okunabilir.
1-Cinsiyet Eşitliği Politikalarının Anaakımlaşması ve Bazı
sonuçları
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin 200
dolayında ülke tarafından onaylandığını düşünürsek, 90’lı yıllar sonrasında BM’in
“anaakımlaştırmaya” (mainstreaming) karar verdiği toplumsal cinsiyet (gender)
eşitliği politikalarının bugün “küreselleştiğini” söylemek yanlış olmaz. 1990 yılında
Türkiye tarafından da onaylanan bu Sözleşme uyarınca, Türkiye de,
anaakımlaştırılan cinsiyet eşitliği politikalarının bir tarafı ve bu yolda adım atmayı
taahhüt etmiş ülkelerden biridir. Eşitlik politikalarının temel aldığı toplumsal
cinsiyet eşitliğinin ise oldukça önemli bir anlayış olduğu biliniyor.
-Toplumsal Cinsiyet Temelli Eşitlik Politikaları
60’lı ve 70’li yıllarda kendini duyuran ikinci feminist dalganın cinsiyet
ayırımcılığı konusunda topluma yönelttiği kapsamlı eleştirilerin ve bu çerçevede
kadınların toplumdaki konumunun biyolojik farklılıklardan çok her toplumda kök
salmış cinsiyetçi ayırımlardan kaynaklandığını ileri süren “toplumsal cinsiyet”
kavramının feminizm açısından önemi büyük. Bugün de feminist çalışmalarda
analitik araç olarak en başta toplumsal cinsiyet (gender) ve bakım (care)
kavramlarının kullanıldığı bilinmektedir.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
16
Toplumsal cinsiyete dayalı anlayışlar, ailede ve toplumda kadın-erkek
rollerini belirlemekte, tüm toplumsal yapı ve değerlerde varlığını hissettiren ikili
dünyayı kurmakta ve bu anlayış içinde kadın-erkek arasında hiyerarşik bir ilişkiye
yol açmaktadır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet, kadının bağımlı, edilgin, güçsüz
konumda olduğu toplumsal güç ilişkileri anlamına da gelmekte, bu nedenle ilk
feminist dalgada öne çıkan eşit hakların ötesinde tüm toplumsal yapı ve ilişkilerde
toplumsal cinsiyet eşitliği yönünde bir dönüşüm öngörmektedir.
Bakım ise, doğmakla başlayan ve her insan için vazgeçilmez olan ve yaşamın
yeniden-üretimine (re-production) yönelik, yalnız bitmeyen günlük işler değil, aynı
zamanda psikolojik ve sosyolojik destekler anlamına gelen geniş kapsamlı bir emek
olarak düşünülmektedir (Ruth Lister, 2000; 31). Bakım emeğinin duygusal emekle
iç içe geçmiş olması nedeniyle bakım emeği/duygusal emek biçiminde kullanıldığı
da görülüyor (Nurcan Özkaplan, 2009; 16). Bu emeğin vazgeçilmezliği göz önüne
alındığında değerli olması gerektiğine kuşku yok, buna karşın, ekonomik ve
toplumsal anlamda değersiz bulunduğu bir gerçek. İşte bu değersizleştirme,
feminizmin liberal ekonomiye (klasik veya yerleşik ekonomi olarak da kullananlar
var), buna dayalı toplumsal anlayışlara yönelttiği eleştirilerin başında gelmekte.
Bugün ortaya çıkan birçok sorunda bu ikili değerlendirmenin ve eril yaklaşımların
payı bulunduğundan yola çıkılarak, feminizm içinde “bakım etiğinin” (care ethic)
dikkate alınacağı yeni bir ekonomik ve toplumsal yapılanmaya ihtiyaç olduğu
yönünde tartışmalar yapıldığı da biliniyor.
Görülüyor ki, ikinci dalga feminist hareket içinde oldukça radikal ve
kapsamlı bir toplumsal dönüşümü hedefleyen talepler söz konusu. Bu nedenle,
Kadınlara Karşı Her tür Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”nin (KKAÖS–
CEDAW), bu anlayış ve talepler doğrultusunda formüle edilmesi, Sözleşme’nin
kabulü ile cinsiyet eşitliğinin ulusal düzeye uzanarak ulusal politikalara konu olması
ilginç. İlginç, çünkü birçok ülkede kadın-erkek ilişkilerinde ve toplumsal
yapılanmada toplumsal cinsiyet temelli bir eşitliğin kabul edilmesi zor olduğu
biliniyor.
1979 yılında “Kadınlara Karşı Her tür Ayırımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi”nin (KKAÖS-CEDAW) kabulüyle uluslararası bir norm haline gelen
toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışı, bu dönem sonrasında uluslararası kadın
konferansları, Sözleşme’yi onaylayan ülkelerden gelişmeleri denetlemek üzere
istenen raporlarla hayata geçirilmeye çalışıldığı gibi, 90’lı yıllar sonrasında da
“anaakımlaşma” (gender mainstreaming) sürecine girmiştir. Bununla, BM’in insan
haklarına benzer biçimde cinsiyet eşitliği yönündeki anlayış ve politikaların
güçlenmesi açısından da aktif bir rol üstlenmek istediği de düşünülebilir.
Cinsiyet eşitliğine dayalı politikalarla beklenen nedir diye sorduğumuzda, bir
yanda toplumsal cinsiyetle ilgili algı ve anlayışların değişmesi, öte yanda kadının
mağduriyetine neden olan koşullarda iyileşmeler sağlanması gibi hedeflerden söz
edilebilir. Bu hedeflerin, her ülkede eşit haklar öngörmenin ötesinde birçok değişim
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
17
ve önleme ihtiyaç gösterdiği de açık. Bu nedenle eşitlik politikaları
anaakımlaştırılırken, her ülkeden, yasa ve politikalarında kadın ve erkeğe “eşit
davranılması” yönünde değişiklikler yapılması, kadına özgü koşullar nedeniyle bazı
konularda “özel (olumlu) davranılması” sağlayacak önlemler alınması ve bu
politikaların öteki “politikalara yerleşmesi” (anaakımlaştırılması) yolunda çaba
gösterilmesi gibi üç yöntemin uygulanması istenmektedir.
BM, bu hedef ve yöntemleri kendisi için de öngörmektedir. Örneğin
Kalkınma Programı (UNDP), ana akımlaştırmayı şöyle tanımlıyor: Ekonomik,
siyasal ve toplumsal alanlardaki tüm politika ve programların tasarlanması,
uygulanması ve değerlendirilmesine cinsiyet eşitliği zorunlu bir boyut olarak
katılacaktır; bu nedenle cinsiyet analizleri tüm etkinliklerinin bir parçası olarak
kabul edilecek ve partnerlerle ilişkide cinsiyet eşitliği anahtar bir unsur olarak kabul
edilip desteklenecektir; eşitlik anlayışının tüm politikalarda temel alınmasını
sağlamak üzere Kalkınma Programı’nın kapasitesini arttıracak stratejiler
geliştirilecektir (UNDP; 2006; V).
Cinsiyet Eşitliği Endeksi, cinsiyet ayırımıyla ilgili araştırma, eğitim,
bilinçlenme gibi projelerin desteklenmesi, az gelişmiş ülkelere yapılan kalkınma
yardımlarında kadının güçlenmesi ve kalkınmaya katılması yönündeki projelerin
uygulamaya konulmasını, anaakımlaşma sürecinin araçları olarak görmek mümkün.
Böylece birçok ülkede kadın eğitim ve bilinçlenmesi, sağlık koşullarının iyileşmesi,
kadın girişimciliğinin desteklenmesi yönünde bir hareketlenme sağlandığı da
söylenebilir.
Kuşkusuz ABD ve Batı Avrupa’da cinsiyet eşitliği yönündeki politikalar ve
sağlanan gelişmeler, BM politikalarının değil, daha çok bu ülkelerde yükselen
feminist hareket ile toplumsal-siyasal gelişmelerin ürünüdürler. Buna karşın, siyasal
ve toplumsal açıdan modernleşme sürecine girmiş olsalar da, demokratik
mekanizmaların yetersiz, iç dinamiklerin güçsüz kaldığı ülkelerde, eşitlik anlayışı ve
politikalarının gündeme gelmesinde KKAÖS ve BM’in anaakımlaştırma
politikalarının etkisi inkâr edilemez. Türkiye de onlardan biri.
- Küresel Düzeydeki Sonuçlarla İlgili Küçük Bir Resim
Aradan geçen 25-30 yıl sonrasında gelinen noktaya ve sağlanan gelişmelere
bakıldığında ise, genellikle bir hayal kırıklığı duyulduğu söylenebilir. BM’in
hazırladığı raporlarda da bu var. Örneğin 2009 yılında eşitlik politikalarının tüm
dünyadaki uygulamalarıyla ilgili araştırma Raporu’nda, sonuçların çok yetersiz
bulunduğuna ilişkin genel bir saptama yapılmakta ve esas olarak iki faktörden söz
edilmektedir (UNDP, 2009): Birincisi, kadın ve erkek arasında ortaya çıkan farklı
roller ve sorumluluklara ilişkin sosyal normlar, değerler ve deneyimlerle ilgili yapısal
sınırlamalar; ikincisi de, küresel düzeyde yaşanan finansal kriz, büyüme yetersizliği
ve kamusal reformlar çerçevesinde kamu harcamalarındaki kısıtlamaların cinsiyet
eşitliği politikalarının uygulanmasında ortaya çıkardığı engeller.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
18
Daha birçok araştırmanın, küresel düzeyde eşitlik politikası uygulamalarının
karşılaştığı tıkanıklıklarla ilgili pek çok olumsuzluğu ortaya koyduğu biliniyor.
Gelişmelerin yetersiz kalması açısından esas olarak iki faktörden söz edildiği
söylenebilir. Kuşkusuz bu tıkanıklıkların toplumsal-kültürel yapılarla, değer
yargılarıyla da ilgisi var; ancak, küresel ekonominin getirdiği dayatmalarla yaşanan
eşitsizlik ve adaletsizlikler görülmeyecek gibi değil. Konuyu AB ve Türkiye
üzerinde yoğunlaştırmak istediğimden, küresel düzeydeki sorunlarla ilgili birkaç
hatırlatma yapmakla yetinmek istiyorum.
Örneğin kadınların istihdam açısından her yerde, kadın meslekleri, düşük
ücretler, enformel istihdamda yoğunlaşma, yükselmede karşılaştığı “cam tavan” gibi
sorunları bilinmekte. Nitelikli kadınlar için durmadan yaşanan kariyer-çocuk
tartışması gibi bir sorunun varlığı, her meslekteki kadının hangisine önem verse,
diğeri açısından suçluluk duyduğu da bilinmekte.1
Bu sorunların ötesinde, bir de hiçbir gelişme sağlayamadığı, daha doğru bir
deyişle kadın adına ortaya çıkan olumsuzlukları önleyemediğini gösteren gerçekler
var. Örneğin sermayenin küreselleşmesi işgücü piyasasını da küreselleştirdiğinden,
bir yandan gelişmekte olan ülkelerdeki küresel şirketlerin kadının ucuz emeğinden
yararlanmasıyla ortaya çıkan vahşi çalışma koşulları var,
Üst düzey pozisyonlara gelen
kadınlar arasında bekâr ya da çocuksuz olanların sayısının epeyce yüksek olduğu,
piyasada var olmak isteyen kadınların evlenmekten veya çocuk yapmaktan
kaçındıklarını söylemek de abartılı olmaz. Bir örnek verelim: Örneğin, İngiltere ve
Almanya’da 40 yaşına gelmiş kadınların yüzde 30’unun çocuksuz olduğu, ABD’de,
profesyonel, fakat üst düzey yönetime henüz gelmemiş konumdaki kadınların üçte
birinin çocuk istemediği, Ulusal Ebeveyn Derneği’nin tahminlerine göre de yılda
100.000 dolar ve üzerinde kazanan kadınların yüzde 49’ının çocuğu olmadığı
söylenmekte (Nancy Folbre, 2008; 380).
2
1 Yakın bir tarihte yayınlanan bir kitap, çalışan annelere yönelik ayırımcılıkla ilgili ayrıntılı
bilgiler ve akademisyenler arasında yapılan nitel bir araştırmanın bulgularına yer vermektedir.
Burada da görüldüğü gibi, annelik, hem kadınlarla ilgili beklentilerin azalmasına yol açmakta
hem de kariyer beklentisiyle onları buna karşı çıkmaya zorlamaktadır. Bkz: H. Şebnem Seçer
(2010), Çalışan Anneler ve Çalışan Annelere Yönelik Ayrımcılık, Altın Nokta, İzmir. Kitapta,
kadınların bunlara karşı farklı tepkiler gösterdiği üzerinde durulurken, ondan önce, şuna
veya buna “zorlanmalarının” üzerinde durulması gerektiği de açık.
öte yandan uluslararası göç
içinde artan kadın emeğinin karşılaştığı sorunlar karşımızda.
2 Küresel düzeyde, farklı ülkelerde çalışan kadınlarla ilgili olarak dikkat çekici bulgular ortaya
koyan birkaç çalışma olarak bkz. Tijen Erdut (2005), “İşgücü Piyasasında Enformelleşme
ve Kadın İşgücü”, Çalışma ve Toplum, 6, 2005/3. Christa Wichterich, (2003),
Küreselleş(tiril)en Kadın, Çev. Tunç Tayanç-Füsun Tayanç, Türk Sosyal Bilimler Derneği,
Ankara. Bir başka örnek, özellikle kırsal kesimde kadın emeği ve kapitalizm arasındaki
ilişkilerin getirdiği olumsuz ve umutsuz sonuçlara yer veren Son Sömürge Kadınlar, 2008,
(der.), Marie Mies; Veronika Bennholdt-Thomsen; Claudia von Werlhof, çev. Yıldız
Temürtürkan, İletişim, İstanbul.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
19
Özetle, küreselleşen kapitalizm her yerde genel olarak emek açısından
olumsuz sonuçlar getirirken, işsizliğin artışı, kuralsızlaşma, esnekleşme,
enformelleşme gibi olumsuzlukların ilk önce kadınları vurduğu da biliniyor.
Kadınların, küresel şirketlerin Üçüncü Dünyada günde 10-12 saat, saat başı 0.50-1
dolar arasında bir ücretle çalışan ucuz emeği olduğu da, göç ettikleri ülkelerde
endüstri ve hizmet sektörünün enformel kanadını tamamladıkları da
küreselleşmenin acı gerçekleri. Küreselleşme sürecinde Birinci ve Üçüncü Dünyalar
birbirine karışırken, yalnız kadın-erkek arasında değil, kadınlar arasındaki
eşitsizliklerin büyüdüğünü de görmek durumundayız.
Göç konusunda bir nokta feminizm açısından çok önemli. Bazı ülkelerde
cinsiyet eşitliği politikalarına paralel olarak kadınların istihdama katılımı artar ve
daha nitelikli işlerde çalışması mümkün olurken, ev işleri ve bakım sorumluluğunun
çoğunlukla başka ülkelerden gelen kadınlar tarafından üstlenildiğini görüyoruz.
Kadının istihdamda güçlü pozisyonlara gelmesini cinsiyet eşitliği doğrultusunda
olumlu bir gelişme olarak düşünsek de, göçmen kadınların bakım hizmetlerinde
yoğunlaşmasıyla “küreselleşen yeniden-üretimin”den (globalized social
reproduction) (Kristen Hill Maher, 2004; 131-151) veya “küresel bakım göçü”nden
(global care drain) söz edilmektedir (N. Yeates, 2004; 369). Küresel düzeyde ortaya
çıkan bu yeni işbölümünün birçok kadın için ciddi olumsuzluklar getirdiği ve
kadınlar arasındaki eşitsizliği büyüttüğünü görmezlikten gelemeyiz. Folbre’nin
dediği gibi, ücretsiz bakım işinin ücretli piyasa işi olarak zengin kadından yoksul
kadına devrinin, cinsiyet eşitsizliğinde yalnızca sınıfsal bir değişim anlamına
gelmediğini, aynı zamanda feminist harekette işbirliğine gitme potansiyelinin
zayıflamasına yol açtığını bilmek, konuşmak durumundayız (Nancy Folbre, 2008; 380).
- Küçük Resmin Hatırlattığı: Cinsiyet Eşitliği Politikalarının
Niteliği?
Bu yetersizlik ve olumsuzluklar cinsiyet eşitliğine dayalı politikaların ne gibi
nitelikler taşıdığının düşünülmesini de gerektiriyor. Bu politikaların, ilk feminist
dalga içinde öne çıkan eşit haklar isteminden farklı olarak toplumsal cinsiyet
anlayışının kabul etmesi ve bu yolda politikalar öngörmesinin, feminist hareket
içinde olumlu bulunmasında etken olduğunu biliyoruz.
Oysa cinsiyet eşitliği istenirken, bu politikalarda esas olanın hâlâ temel hak
ve özgürlükler olduğu anlaşılmakta. Örneğin kadının istihdama katılması çok
önemli görülmekte, fakat çalışma hakkı gibi ekonomik bir haktan söz edilmemektedir.
Sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi ve toplumsal-kültürel yapılarda
değişikliklere gidilmesi istenmekte, ama ekonomik yapı ve politikalara
dokunulmamaktadır. Kadının güçlenmesi istenmekte, ama bunun önemli bir
nedeninin eşitsiz gelir dağılımıyla ilgili olduğu görülmemektedir. Kısacası toplumsal
cinsiyet eşitliğini amaçlayan bu politikalar, temelde liberal anlayış çevresinde
belirlenmekte; fakat liberalizmin temel hak ve özgürlükleri esas alan ve haklara
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
20
negatif nitelik veren anlayışı, kadının eşitsiz konumunu iyileştirmek adına bazı
alanlarda pozitif müdahaleleri öngören bir değişim geçirmektedir. Yani liberal
düşüncede fırsat eşitliği sağlama yönünde bir duyarlılığın dikkate alınması
anlamında bir değişiklikle yetinilmektedir.3
Öte yandan, eşitlik politikasının biçimlenmesinde feminist hareketin eleştiri
ve istemlerinin payı olsa da, bu politikanın anakımlaştırılmasında, küreselleşen
ekonomi içinde kadının işgücünden yararlanmak, insan kaynaklarını daha etkin
kullanmak, kalkınmaya katkısını sağlamak gibi amaçların rol oynadığı da açık.
Kısaca söylersek, eşitlik politikası dönemin ruhunu yansıtmaktadır. BM’in kadının
kalkınmaya katılması yönündeki çabalarında, Dünya Bankası’nın projelerinde en
önemli amaç bu yönde. AB düzeyinde cinsiyet eşitliğinin en çok istihdam alanıyla
ilgili politikalar açısından dikkate alınması da bunu göstermekte.
Dolayısıyla, cinsiyet eşitliği politikalarını 1980 sonrasının dünyasında siyasal
ve ekonomik alanda uygulanan liberal politikaların bir parçası olarak düşünmek ve
bu politikalar açısından işlevinin önemli olabileceğini hesaba katmak gerekiyor.
Örneğin küreselleşen piyasa ve gelişmekte olan ülkelere kayan üretim zincirleri
açısından ücretli işe giren kadının artması başlı başına önemli; ya da liberal
politikaların çalışma yaşamında enformelleşme, esnekleşme ve kuralsızlaşma istediği
bilinmekte. Kadın işgücünün artması da, hem işgücü içinde rekabeti arttırarak hem
bu tür koşullarda çalışmaya razı olarak bu koşulların hayata geçmesini
kolaylaştırmakta. Daha fazla kadının ücretli işe katılımının, tüketici kitlesinin
artması, yeni ihtiyaçların ortaya çıkması gibi nedenlerle piyasanın genişlemesi
açısından önemli olduğuna da kuşku yok.
Eşitlik politikalarının da, insan hakları gibi hayata geçirilmesinde sorumlu
olanlar ulusal hükümetlerdir. Ancak bu sorumluluğun, benimsenen ekonomik
sistem ve politikalar içinde kısıtlanacağı hiç dikkate alınmaz. En basitinden, cinsiyet
eşitliğinin sağlanması açısından, kadının eğitim düzeyinin yükselmesi, istihdama
katılması, ekonomik açıdan güçlenmesi, sosyal güvenceye sahip olması gibi
gelişmeler istenir; ancak küresel piyasanın ulus devletlerden ucuz emek, düşük
vergi, az kamu harcaması istediği görmezlikten gelinir. Oysa, işsizliği önlemeden
kadının istihdama katılımının artmasını istemenin pek bir anlamı olmayacağını
görmemek mümkün mü?
Bu nedenle, gelişme bir yana birçok alanda yaşanan olumsuzlukları göz
önüne alırsak, uluslararası düzeyde kabul gören ve anaakımlaştırılan eşitlik
politikalarıyla ilgili aşağıdaki niteliklerden söz etmek gerçekçi olacaktır:
a) Eşitlik politikaları toplumda değişim öngörür; ancak ekonomik sistemin sınırları
eşitlik politikalarının da sınırları olarak kabul edilir; b) kadının ücretli işe katılımının artması
3 Fırsat eşitliğinin liberal niteliği ve feminizmin amaçladığı sonuçlarda eşitlik anlayışını
karşılamaktan uzak kaldığı açıktır. Bu konuda bir eleştiri için bkz: Aysun Sayın (yayına
hazırlayan; Aysun Sayın ve Şebnem Kılıç), Avrupa Birliği’nde Çalışma Yaşamında Kadın-Erkek
Eşitliği, Keig Yayınları Dizisi, İstanbul, 2008.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
21
istenir; fakat bunun, küreselleşen ekonomik sistem (kapitalizm) ve uygulanan neo-liberal
politikalar açısından yararı birinci plandadır.
Tabii böyle bakıldığında, eşitlik politikalarının feminist istekleri
hedeflemekten çok, bu istekleri araçsallaştırdığını düşünmek de yanlış olmayacaktır.
Yetersiz ve olumsuz gelişmelerin Batı’daki feminist harekette birçok
tartışmaya yol açtığı da görülmekte. Bu konuyu başka bir yazıda ele aldığımdan
bunlara girmeyeceğim. Yalnızca, bu tartışmalarda bir yandan sosyo-ekonomik
haklar ve sosyal devletin önemine işaret edildiği, sosyal adalet feminizmi gibi yeni
bir anlayışa ihtiyaç duyulduğu, öte yandan feminist iktisatçıların ekonominin bakım
etiğini dikkate alacak biçimde yeniden yapılanması yönünde öneriler getirdiğini
söylemekle yetineceğim.
Feminist harekette ortaya çıkan bu tartışmaların, dikkate alınıp alınmamaları
bir yana, içinde bulunduğumuz durumun göstergeleri olarak önemli olduklarına
kuşku yok. Ancak bir gösterge olmaktan öteye gitmeleri için, hem feminist kuramla
feminist hareketin buluşmasına hem de kuramın ve hareketin, şu veya bu ülkeyle
sınırlı kalmayıp, küresel düşünüp küresel davranmasına ve geniş kitlelerle
buluşmasına ihtiyaç olduğuna kuşku yok. Asıl zor da buralarda.
Aşağıdaki iki bölümde önce eşitlik politikalarının AB düzeyinde
anaakımlaştırılmasıyla ilgili sonuç ve tartışmalara, sonra da Türkiye’deki gelişmelere
yer vereceğim. Bu iki farklı çevrede sorunlar, uygulamalar ve sonuçlar kuşkusuz çok
farklı; ancak farklılıklara karşın, eşitlik politikalarının karşılaştığı sınırlamalar ve
sorgulanması gereken konular benzer; sonuçlar da yukarıdaki nitelikleri
hatırlatmakta.
2- AB Düzeyinde Cinsiyet Eşitliği Politikasının Anaakımlaşması:
Araç ve Tartışmalar
AB üyelerinde cinsiyet eşitliğine dayalı politikalarının çok farklı tarihler ve
farklı düzeylerde hayata geçtiği biliniyor; sonuçlar da buna göre çok farklılaşmakta.
AB düzeyinde eşitlik politikasının anakımlaşması da, bu nedenle AB’nin sosyal
politikalarda oynadığı eşgüdüm rolünün eşitlik politikaları açısından geçerlik
kazanması anlamına gelmekte. AB, BM’in küresel düzeyde yaptığına benzer
biçimde, gerek AB müktesabatı ve direktifler, gerek çerçeve anlaşmalar ve tavsiye
kararlarıyla üye ülkelerde cinsiyet eşitliği yönünde bazı gelişmeler sağlamaya yönelik
bir rol üstlenmektedir.
Cinsiyet eşitliği politikalarının anaakımlaşmasında, 1997 yılında AB
düzeyinde istihdam açısından belirlenen hedefler ve 2000 sonrasında uygulamaya
giren istihdam stratejisinin rolü büyük. İstihdam hedefleri ve stratejileri arasında
“kadın ve erkek arasında eşit fırsatlar” gibi temel bir hedefin yer aldığı bilinmekte.
Bu strateji çerçevesinde yalnız ortak hedefler belirlenip izlenmekle kalmamakta,
fakat hem üye ülkelerin farklı yapıları ve politikaları açısından doğurduğu sorunları
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
22
azaltmak hem de Avrupa Toplum Modeli doğrultusunda bir gelişmeyi sürdürmek
üzere “Açık Eşgüdüm Yöntemi” (Open Coordinated Method) adını alan yeni bir
eşgüdüm ve çok-ortaklı yönetim anlayışı uygulanmaya konmaktadır. Bu yöntemin,
AB’ye küresel baskılar ile domestik yapılar arasında yeni bir uyum sağlanmasında
katalizör veya filtre rolü oynama olanağı sağladığı ve bu yolla AB’nin üye
ülkelerdeki kurumları veya yasal düzenlemeleri uyumlaştırmaktan çok, fikirleri,
vizyonu, kavramları, bilgiyi ve davranış normlarını uyumlaştırmaya çalıştığı ifade
edilmektedir (Robert Palier, 2004; 11). İstihdam stratejisi çerçevesinde cinsiyet
eşitliğini sağlamak da gerekince, bu politikaların anaakımlaşması ve AB’nin burada
da eşgüdüm rolü oynaması ihtiyacı ortaya çıkmıştır diyebiliriz.
Aşağıda, önce anaakımlaşma sürecine ve öngördüklerine, daha sonra bu
politikanın AB çevresindeki sonuçlarıyla ilgili tartışmalara yer vereceğim.
- AB Düzeyinde Cinsiyet Eşitliği Politikasının Anaakımlaşması
AB’nin Amsterdam Antlaşması’yla (1997) sosyal politikalarda daha etkin bir
rol oynamaya başlaması ve AB düzeyinde yeni bir istihdam stratejisine ihtiyaç
duyulmasının, eşitlik politikalarının anaakımlaşması açısından da başlangıç olduğu
anlaşılıyor. 2000 yılında kabul edilen “Cinsiyet Eşitliği için Çerçeve Strateji” (A
Framework Strategy for Gender Equality) ile cinsiyet eşitliği konusunda AB’nin
oynayacağı rolün genişlediğini görüyoruz (EU 2000). Çerçeve Strateji ile AB,
ekonomik yaşam, siyasal katılım ve temsil, sosyal hakların kullanımı, sivil yaşam ve
kadın ve erkeklerin rolleri gibi beş alanda cinsiyet eşitliği sağlama yönünde teşvik
edici bir rol üstlenmektedir; bu yönde gelişme sağlamak üzere beş yıllık bir eylem
plan ve stratejileri de uygulamaya konmaktadır. İstihdam Stratejisi çerçevesinde
Yapısal Fonların da cinsiyet eşitliğini desteklemek yönünde kullanılmasına ağırlık
verilecektir.
Genişlemiş görünen bu çerçeveye karşın, eşitlik politikasının
uygulanmasında, istihdam stratejisi doğrultusunda kadın istihdamının arttırılması ve
iş yaşamı ile özel yaşamın uyumlulaştırılmasına yönelik amaçlarının öne çıktığına
kuşku yok. Örneğin bu çevrede çocuk bakımının desteklenmesi ve istihdamda “kadın
dostu” politikaların benimsenmesi eşitlik politikalarının ana gündemi konumunda.
Uzun süredir yaşanan işsizlik sorunu nedeniyle AB çevresinde işsizliği azaltmak ve
yeni istihdam yaratmak sosyal politikaların odak noktası haline gelirken, eşitlik
politikalarında da aynı hedefin öncelikli olduğunu görüyoruz. Avrupa Konseyi’nin
Lizbon Zirvesi’nde (2000) kadın istihdamının 2010’da yüzde 60’a yükselmesini
öngörmesi ve Barselona Zirvesi’nde (2002) 2010’a kadar üç yaşın üstündeki
çocukların yüzde 90’ının, üç yaşın altındaki çocukların yüzde 33’ünün çocuk
hizmetlerinden yararlanabilir hale gelmesi yolunda karar alması da bunu
göstermekte.
Bu amaç ve hedefler, AB düzeyindeki eşitlik politikasının da BM aracılığıyla
anakımlaşan politikayla paralellik taşıdığını gösteriyor. Ancak AB ve üye ülkelerde
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
23
sosyal haklar ve sosyal eşitlik açısından daha farklı anlayış ve uygulamalar
olduğundan eşitlik politikaları da bu doğrultuda farklılaşmakta.
2005 yılından sonra cinsiyet eşitliği konusunda AB düzeyindeki ilginin
artarak devam ettiği söylenebilir. Örneğin 2006 yılında Konsey tarafından
“Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Avrupa Paktı” ilan edilmiş, aynı yıl 2006-2010 arasını
kapsayan “Kadın-Erkek Eşitliği Yol Haritası” (A Roadmap for Equality between
Women and Men) adını alan beş yıllık bir eylem planı kabul edilirken, 2007 yılında
da “Avrupa Toplumsal Cinsiyet Enstitüsü” (European Institute for Gender
Equality) kurulmuştur. Enstitü 2009 yılında faaliyete geçmiştir.
Kadının istihdama daha fazla katılımı istenirken, çalışma yaşamında
ayırımcılığı önlemek üzere eşit işe eşit ücret, işe girme, çalışma koşulları, yükselme
olanakları açısından eşit muameleyi öngören düzenlemelerin istendiği, birçok
ülkede de daha önceden bu yolda (istihdamda eşitlik) yasaların çıktığı bilinmekte.
Çocuk bakımında sosyal hizmetlerin etkinleştirilmesi ve bakım için erkeğin de izin
alabilmesini öngören “ebeveyn izninin” de, başta Kuzey Avrupa ülkeleri gibi bazı
ülkelerde önceden hayata geçtiği biliniyor. AB’nin eşitlik politikalarını
anaakımlaştırmasının nedeni de açık; genişlemeyle üye ülkeler arasındaki farklılıklar
büyürken, genel olarak sosyal politika ve özel olarak cinsiyet eşitliği alanındaki
farklılıkların azalması için benzer uygulamalar gidilmesi istenmektedir. Yalnız yeni
üyeler açısından değil, eski üyeler arasındaki farklılıklar da az değildir. Örneğin
ebeveyn izninin kabulü Kuzey Avrupa ülkelerinde 70 ortalarına dayanırken, AB
çevresinde 1996 tarihinde kabul edilen bir Konsey Direktifi ile müktesebat içine
girmiştir; İngiltere’de yasalaşması da 1999 yılındadır. Öte yandan asgari yasal
düzenlemeler kabul edilmiş olsa da, uygulamadaki farklılıklar büyüktür; eşitlik
politikalarının anaakımlaşmasının bu farklılıkları giderdiği de söylenemez.
- Anaakımlaştırma Süreci ile İlgili Tartışmalar
Anaakımlaşmanın, AB düzeyinde bir politik araç olarak devreye girmesi,
eşitlik politikalarının nasıl ve hangi yöntemlerle uygulanmasını desteklediği, ne gibi
engel ve sonuçlarla karşılaştığı konularının da tartışılmasını gündeme getirmektedir.
Konuyla ilgili epeyce tartışma var; örneğin Social Politics Dergisi’nin bir sayısını bu
konuya ayırdığını görüyoruz.
Dergi’deki değerlendirme yazısında Walby, anaakımlaştırmanın eşitlik amaçlı
bir politika ve bir strateji olarak çok yeni olduğu, hem teorik hem pratik anlamda
birçok sorunu bulunduğunu söylemekle birlikte, bu aracın kullanılmasını gerekli ve
yararlı bulduğunu da ifade etmekte (Walby, 2005; 322-323): Yazısında karmaşıklık,
belirsizlik ve sorun yaşanan altı alan saptayarak, yapılan araştırma ve ortaya çıkan
bulgulardan yola çıkarak bu alanlarla ilgili bazı sonuçlara varmakta.
Bu süreçle ilgili tartışmaların ayrıntılarına girmek yerine, öne çıkan bazı
sorun ve bağlantılar konusunda fikir vermekle yetinmeyi düşünüyorum. İlk olarak,
kadın-erkek eşitliği açısından çizilen yol haritasında üye ülkelerin eşit davranma,
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
24
olumlu (özel) davranma ve bu anlayışı öteki politikalara yerleştirme
(anaakımlaştırma) gibi üç yöntemin de izlenmesinin beklendiği, uygulamada her üç
yöntemin de dikkate alındığı, fakat ülkeler ve uygulama alanları arasında yöntemler
açısından farklı uygulamaların ortaya çıktığı anlaşılmakta. Örneğin eşit davranma
yönünde uygulamalar pek sorunla karşılaşmazken, cinsiyet eşitliği anlayışını öteki
politikalara yerleştirmek birçok engelle karşılaşmaktadır. Ya da, İsveç gibi Kuzey
Avrupa ülkeleri çok önceden cinsiyet eşitliği politikalarına yöneldiklerinden, onların
eşitlik politikasını benimseme ve bu anlayışı öteki politikalara yerleştirmeleri pek
sorun yaratmamakta; buna karşın Akdeniz ülkelerinde böyle benimseyici bir tutum
ortaya çıkmamaktadır. Bu ülkelerde toplumsal koşullar ve değerler çok farklı,
cinsiyet eşitliği anlayışı çok zayıf; bu durumda AB aracılığıyla benimsenen eşitlik
politikası resmen kabul edilmiş olsa da, bunun tüm politikalara yansıyacak bir
anaakım niteliği kazanması pek kolay görünmemekte.
Politika aynı; ama sonuçlar aracın niteliğinden çok ülke koşullarına göre
farklılaşmakta. Bu ilişki şaşırtıcı olmasa da, yukarıda kısaca değindiğim eşitlik
politikalarının niteliğini de hatırlatması açısından önemli.
Bir başka önemli bulgu da, diğer alanlardaki eşitsizlikler çok olduğunda
cinsiyet eşitsizliğine odaklanmanın ve bu yöndeki politikaları uygulamanın
zorluklarla karşılaşmasıyla ilgili. Yani diğer alanlarda eşitsizlikler yoğunsa, cinsiyet
eşitliğinin anaakımlaşmasının olumlu sonuçlar yaratmasının zor olduğunu anlıyoruz.
Bunun da, özellikle gelişmekte olan ülkeler (ve Türkiye) açısından anlamı büyük
olsa gerek.
Sekiz ülkede anaakımlaştırmanın sonuçlarına yönelik ve 2002-2004 yılları
arasında uygulanmış bir araştırma da, benzer sonuçlar ortaya koymakta (Mary Daly,
2005; 437-440): Bu araştırmada da izlenen politika ve uygulamaların karmaşık
karakterinden söz edilmekte ve ülkelerarası farklılıkların önemine vurgu
yapılmaktadır. Örneğin İsveç’te eşitlik anlayış ve politikalarına olan bağlılık ve
bunun öteki politikalara entegrasyonu yüksek olduğundan sonuçlar da başarılı
olmakta; buna karşın Yunanistan ve İspanya’da anaakımlaştırma, eşitlik politikası ve
uygulamaların ancak parçalı ve dağınık olarak hayata geçmesine yol açmakta ve
uygulamada bürokratik-teknokratik bir anlayış öne çıkmaktadır.
Önemli bir değerlendirme de, anaakımlaştırma politikalarının hangi niyetle
benimsendiğine ilişkin. İsveç gibi ülkelerde bu politikalar cinsiyet eşitliğini sağlamak
amacıyla benimsenirken, Yunanistan ve İspanya gibi ülkelerde “modernleşme”
iddiası belirleyici konumdadır. Modernleşme sembolü olarak kabul edildiğinde ise,
cinsiyet eşitliği politikası amacından uzaklaşmaktadır; yetersiz sonuçlar da bunu
göstermekte (Daly, 2005; 440). AB fonlarından para almak niyeti de, cinsiyet eşitliği
yönündeki politikaların kabul edilmesinde etken; bu amaçla uygulamaya konan
projelerin de, kadın sorunlarına yönelseler de eşitlik amacına uzak kaldıkları
anlaşılmakta.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
25
Bu araştırmada, özetle, anaakımlaşmanın İsveç, Belçika ve Fransa dışında
toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik bir değişim sağlayamadığı, bu yolla uygulamaya
konulan politikaların daha çok araç ve prosedürler üzerinde yoğunlaştığı,
amaçlarının da cinsiyet eşitliği değil, kadın politikalarını güncelleştirmek olduğu
yönünde bir değerlendirme yapılmaktadır (Daly, 2005; 448).
Anaakımlaşmanın sonuçları yetersiz kalınca, zaaflarının neler olduğu da
gündeme gelmekte. Bu konudaki en önemli zayıflığın, cinsiyet eşitliği yönündeki
ilerlemeleri güvence altına almak için herhangi bir yaptırımın öngörülmemesi
olduğu söylenmektedir (Lilja Mosesdottir, 2002; 10). Walby de, benzer şekilde,
ekonomik politikalar açısından güçlü konumda olan AB’nin cinsiyet eşitliği alanında
bu gücü göstermemesini de, ilgisinin istihdamla sınırlı kalmasını da eleştirmektedir
(Walby, 2004; 6). Bu eleştiriler haklı; ancak AB’ye sosyal politika alanında AB
Antlaşmaları uyarınca eşgüdüm rolü verildiği de bilinmekte. Bu rolün bir yanında
çerçeve anlaşmaları ve direktifler gibi genel nitelikte ve yasal düzenlemeler
açısından asgari koşulları öngören düzenlemeler var; öteki yanında da “yumuşak
yasa” (soft law) olarak adlandırılan genel hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için
dikkate alınacak tavsiyeler ve stratejiler yer almakta. Üye ülkelerin sosyal politika
alanında kural koyma, politika belirleme yetkisini AB’ye vermek istemedikleri,
ancak istihdam sorunu büyüdükçe AB’ye bırakılan eşgüdüm sağlama rolünün bu
alanda ortak hedefler ve stratejiler belirme gibi bir genişlemeye gittiği biliniyor.
Dolayısıyla AB’nin statüsü ve yetkisi (ve de bütçesi) değişmedikçe, öteki sosyal
politika konuları gibi, eşitlik politikaları açısından da AB’nin zorlayıcı bir yaptırım
getirmesini beklenemez. Ancak Adalet Divanı direktifler ve çerçeve anlaşmaları
doğrultusunda bağlayıcı kararlar alabilir; ancak direktifler ve anlaşmalar da genel
ilkelerden öteye gitmediklerinden, bu yolla da önemli bir gelişme sağlanacağını
beklemek zor.
Burada Mosesdottir’in dikkat çektiği ilginç bir nokta var; o da eşitlik
politikalarının algılanması ve uygulanmasının iktidardaki partiye göre değişmesi
(Mosesdottir, 2002; 7): 1997’de istihdam hedefleri arasında kadın-erkek için eşit
fırsatlar kabul edilirken iktidarda ağırlıklı olarak sosyal demokrat partilerin
bulunduğu, oysa 2000 sonrasında İtalya, Danimarka, Hollanda, Fransa’da
muhafazakâr hükümetlerin iktidara gelmesiyle bu ağırlığın yer değiştirdiğini
söyleyen Mosesdottir, bu değişikliğin eşitlik politikalarının uygulanması açısından
soru işareti yarattığını söylemekte ve Danimarka’da sosyal demokrat hükümetin
kurduğu “Eşit Fırsatlar Bilgi Merkezi”nin (Knowledge Center for Equal
Opportunities) sağ hükümetin iktidara gelmesiyle kapanması örneğini vermektedir.4
4 Danimarka’da İsveç ve Norveç’e göre cinsiyet eşitliğine ilişkin mekanizmlerin daha zayıf
olduğu, bunu gidermek üzere 1990 sonlarında bazı adımlar atan sosyal demokrat-merkez
parti koalisyonu döneminde kurulan Eşit Fırsatlar Bilgi Merkezi’nin (2000), hükümet
değişikliği nedeniyle 2001’de kapandığı, bu nedenle 2001-2010 arasında cinsiyete dayalı
eşitsizlikle ilgili araştırma ve değerlendirme yapacak hiçbir bağımsız kurumun söz konusu
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
26
Bunun gibi, sendikaların geleneksel olarak zayıf olduğu ülkelerde, bu kez
işverenlerin istihdamda eşitlik politikalarını uygulamaya pek ilgi
göstermediklerinden söz etmektedir.
Tabii, burada AB’nin konumu ve amaçlarıyla ilgili bir tartışma da yapılabilir.
Avrupa’nın dünya ekonomisindeki gücünü korumayı amaçlayan, rekabet gücünü
sürdürmek adına liberalleşme yönünde karar alan bir ulus-üstü yapılanmadan söz
ediyoruz. Öncelikleri belli; bu öncelikleri gerekli görenler gibi, eleştiriyle karşılayan
ülkeler ve çevreler olduğu da bilinmekte. Savran’ın da belirttiği gibi, eşitlik
politikalarını ekonomik amaçlardan ayrı düşünmek mümkün değil (Savran, 2006).
Eşitlik politikalarının zaten ekonomik sistemle sınırlandığını biliyor,
anaakımlaştırmanın da politik bir araç olarak etkisinin sınırlı kalacağını
görebiliyoruz. Ancak AB çevresinde, dikkate alınması gereken bazı farklılıklar da
var; bunları da tartışmak gerekiyor; aşağıda değineceğim.
Buna karşın, feminist harekette AB’den de, refah devletin de umut
kesilmediğini görüyoruz. Örneğin 2500’den fazla üyesi olan “Avrupa Kadın
Lobisi”nin (European Women’s Lobby-EWL) beklentileri ve ortaya çıkan
tartışmalar bunu göstermekte. Pekin’den buyana AB çevresinde gerçekleşen
ilerlemeleri ve gelecek beklentilerini ele alan bir Rapor’da, sağlanan gelişmeler ve
yetersiz kalan alanlar nedeniyle AB düzeyinde karmaşık bir yapıdan söz
edilebileceği söylenmekte ve gelecek açısından AB’den cinsiyet eşitliğine daha fazla
bağlılık gösterilmesi istenmektedir (ECL, 2010; 59-62). Finansal ve ekonomik krizin
AB için yeni meydan okumalar yaratsa da, bu krizin cinsiyet eşitliğini dikkate alacak
biçimde kurumları, süreçleri ve uygulamaları yeniden yapılandırmak için bir fırsat
penceresi olarak kullanılabileceğinin ifade edilmesi de ilginç (EWL, 2010; 5).
Örneğin Walby, sosyal ve politik gelişme farklılıkları gibi cinsiyet eşitsizliği
konusundaki farklılıkların da kaçınılmaz olduğunu söylemekte ve anaakımlaştırmayı
feminizm açısından yararlı bir araç olarak görmektedir (Walby, 2005; 338-339):
Cinsiyet eşitsizliğinin toplumsal olarak yapılanan ve her alanda karşılaşılan bir
durum olduğuna göre, değişmesi için çok yönlü araçlar kullanmak gerektiğini
söylüyor ki, burada haklı. Öte yandan, Walby’nin, kadınların karşılaştığı eşitsizlik ve
farklılığın, farklı bir çalışma alanı olarak değil, devlet ve demokrasinin, sosyal ve
siyasal kuramının tam kalbinde yer alan bir konu olduğu ve bu çerçevede ele
alınması gerektiği yönündeki düşüncesine de katılabiliriz. Ancak eşitsizlik ve
ayırımcılığın kaynaklarını yalnız toplumsal-siyasal yapı ve ilişkilerde görmesi kabul
olmadığı Danimarka’da sağ hükümetlerin bu ülkede cinsiyet eşitliği ile bir sorunun
kalmadığı, bu sorunun ancak haklarını bilmeyen göçmen kadınlarla ilgili olduğu gibi bir
düşünceleri olduğu da dile getirilmekte (Anette Borchorst, 2010): Danimarka’da cinsiyet
ayırımcılığı konusunda gücünü koruyan tek kurumun, bu konulardaki şikayetlerin yöneldiği
yasal mekanizma olduğu söylenirken, bu mekanizmanın Ocak 2009’da, cinsiyet, ırk, renk,
din ve inanç, siyasal görüş, seksüel eğilim, yaşlılık, engellilik gibi nedenlere dayalı olarak
ayırımcılığa uğrayanların başvuracağı Eşit Davranma Kurulu biçimini aldığı da belirtilmekte.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
27
edilemez. Birçok ülkedeki uygulama, eşitlik amacını yalnız siyasal ve demokratik
araçlar, ya da yalnız siyasal ve sosyal yapıdaki değişikliklerle gidermenin mümkün
olmadığını açıkça gösteriyor.
Ülkeler arasındaki farklılıklara işaret edilirken, en başta refah devleti
uygulamalarındaki farklılıkların gündeme geldiği de görülüyor; haklılık yanı çok.
Ancak, refah devletini yalnız bir siyasal yapılanma olarak değil, “siyasal-ekonomi”
olarak düşünmek gerekiyor. Mesele de, eşitlik politikalarının niteliğiyle, yani bu
politik aracın siyasal ekonomiyi değiştirici/dönüştürücü bir gücü olup olmamasıyla
ilgili. Gördüğümüz ise, eşitlik politikalarının böyle bir işlevi ve etkisi olmadığı,
ancak genel anlamda sosyal eşitliğe önem veren bir refah devletinin cinsiyet eşitliği
alanında da daha olumlu sonuçlar sağlayabildiği yönünde. Aşağıdaki bulgular da,
bunu açıkça ortaya koymakta.
3- AB Düzeyinde Eşitlik Politikaları: Sonuçlar ve Tartışmalar
Tartışmalara baktığımızda, genel olarak eşitlik politikalarıyla ilgili bir
hoşnutsuzluk göze çarpıyor. Politikaların yetersizliklerini ve nedenlerini konu alan
çok sayıda çalışma olduğu gibi, anaakımlaştırılan eşitlik politikalarının feminist
istemleri değiştirerek içini boşalttığı, bürokratik ve teknik bir konu haline getirdiği,
feminist istemlerden geride bir anlayışı temsil ettiği gibi daha yoğun eleştirilerin de
olduğu görülmekte (Diane Perrrons, 2005; 390).
- Sonuçlar ve Tartışmalar
Ortaya çıkan eleştiri ve tartışmaların istihdam, sosyal devlet ve sosyal
politikalar üzerinde yoğunlaştığını söylemek mümkün. Eşitlik politikalarının
istihdam üzerine odaklanmasının, feminist hareket açısından aynı zamanda bir
eleştiri konusu olduğu biliniyor. Örneğin anaakımlaştırma içinde çok düzeyli
kararlara katılım da hedeflerden biri olduğu halde bu alanda tavsiye kararlarından
öteye gidilemezken, istihdamda olumlu (özel) önlemlerin çerçeve anlaşmalarla
uygulamaya konması dikkat çekmektedir. Feminist hareket açısından bu konuda
kaygı uyandıran noktanın, eşitlik politikalarını anaakımlaştırmanın cinsiyet eşitliğini
sağlamaktan çok istihdam ve verimlilik sağlamaya yönelik olması, yani eşitlik
politikalarının kendileri için değil, başka bir amaç için araç haline gelmesi olduğunu
da anlıyoruz; haklılar da (Walby, 2004; Walby, 2005). İstihdama katılımın kadının
güçlenmesi açısından önemli olduğuna kuşku yok; ancak istihdam değişim
sağlanması istenilen tek alan değildir; öte yandan buradan olumlu sonuç alınması
için, bu alanda sağlanan gelişmelerin başta bakım emeği olmak üzere başka
alanlardaki gelişmelerle tamamlanması gerektiği de bilinmekte.
İstihdamla ilgili eleştiriler şöyle özetlenebilir: İlk eleştiri, uygulamalarda ve
sonuçlarda ülkelere göre farklılıklar olmasına karşın, her ülkede işgücü piyasasında
kadın için mesleki ayırım, ücret farklılıkları gibi olumsuzluklar devam ettiğine
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
28
yönelik. Avrupa ülkelerinde farklı işkollarında hem genel olarak hem kadın-erkek
arasındaki ücret farklılıklarını araştıran bir çalışmada, ülkelere göre azalıp çoğalsa da
her ülkede cinsiyete dayalı ücret eşitsizliğinin önemli olduğu vurgulanmakta. Bu
çalışmada endüstrideki ortalama ücretlerde cinsiyete dayalı farkın İngiltere’de yüzde
18, Belçika’da yüzde 11 arasında değiştiği söylenmekte (Brenda Gannon; Robert
Plasman; François Rycx; Ilan Tojerow; 2005; 15); bir başka kaynakta ise, kadınların
ortalama aylık gelirinin AB düzeyinde erkeklere göre yüzde 17,5 daha az olduğu,
içinde Yunanistan, Almanya, Hollanda, İngiltere’nin de olduğu yedi üyede ise
kadınların yüzde 20 daha az kazandığından söz edilmektedir (EWL, 2010; 61). Öte
yandan, kadının işgücü piyasasında güçlü biçimde korunmasının, piyasadaki
konumunu zayıflattığı yönünde bulgular ortaya çıkmakta ve İsveç örneğinde olduğu
gibi sosyal politikaların koruyucu rolünün işgücü piyasasındaki eşitsizlikleri
önleyemediği (Margarita Estevez-Abe, 2009; 185), aksine mesleki ayırımcılığın özel
sektör açısından İsveç’te daha fazla olduğu ifade edilmektedir (Lilja Mosesdottir,
2002; 12-13).
İkinci olarak, kadının ücretli işe katılımı artsa da, ücretli ve ücretsiz işlerin
kadın ve erkek arasındaki paylaşımında küçük bir gelişme sağlandığına yönelik
eleştirilerden söz edilebilir. Örneğin 1990’larda Avrupa’da yaratılan net ilave işlerin
çoğu kısmen çalışılan işlerdir; erkek işlerinin yüzde 71’i, kadın işlerinin yüzde 85’i
bu tür işlerdir; erkek istihdamındaki artışın neredeyse tamamını, kadın
istihdamındaki artışın ise yüzde 50’sini geçici işler oluşturmaktadır (Manuela Samek
Lodovici, 2003; 46). Buna bağlı olarak, 15 üyeli AB içinde kısmen çalışan kadınların
oranı 1994’de yüzde 28 dolayında iken, 2005 yılında bu oran yüzde yüzde 32’ye
çıkmıştır; kısmen çalışan kadınların Belçika’da yüzde 33, Almanya ve İngiltere’de
yüzde 39’u bulduğu, Hollanda’da ise yüzde 61’lere yükseldiği görülmekte (Jane
Lewis, Mary Campbell, Carmen Huerta, 2008; 23).
Kadınların kısmen çalışılan işlerde yoğunlaşmasının yanında, ev işlerinin de
çoğunlukla kadında kalması da eleştirilerden biri. Örneğin erkeklerin ücretsiz bakım
işlerine kadınlara göre dört kez daha az zaman ayırması, geleneksel rollerin çok az
değiştiğini göstermesi açısından ilgi çekmekte (Mosesdottir, 2002; 18). Bunlar,
zengin ülkelerde de cinsiyet eşitliğini sağlamanın zorluklarını ortaya koyarken,
Avrupa’da cinsiyet eşitliği yönündeki gelişmelere ihtiyatlı bakılması gereğine de
işaret etmektedir.
Aslında istihdam, ekonomik güçlenme, bakım emeği, ne derseniz, konu
sosyal devlet ve sosyal politikaya bağlanıyor; bu alanda hem eleştiriler hem
beklentiler yoğun.
Sosyal devletle ilgili tartışmaları şöyle guruplandırmak mümkün: İlk olarak ülkelere
göre farklı değerlendirmeler yapıldığı, Kuzey Avrupa ülkelerinin genellikle “kadındostu”
devlet olarak nitelendirildiği ve Avrupa çevresinde de model oluşturduğu
söylenebilir. Nedeni de açık. Bu ülkelerde istihdama katılan kadın sayısı yüksek
olduğu gibi kısmen çalışan kadın oranı da (İsveç’te yüzde 19, Finlandiya’da yüzde
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
29
15 gibi) düşüktür (Jane Lewis, 2000; 48-49). Öteki ülkelerde çocuk için kadına gelir
desteği verilmesi üzerinde durulurken, bu ülkelerde her kadının çocuk bakım
hizmetlerine ulaşabilmesi öne çıkmakta ve bunu sağlamaya yönelik politikalar
uygulanmaktadır. Bu nedenle, bu ülkeler için refah devleti müdahaleleri olmasa
kadının yeniden erkeğe bağımlı hale döneceği gibi endişeler dile getirilmektedir.
Buna karşın, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerdeki sosyal politikaların, bazı
yapısal değişiklikler sağlasa da, ataerkil yapıları değiştiremediği, hatta ona hizmet
ettiği nedeniyle eleştirildiği de görülmekte.
İstihdamdaki daha olumlu koşullar gibi, çocuk ve yaşlı bakımı açısından da
Kuzey Avrupa ülkelerindeki koşulların daha elverişli olduğu anlaşılıyor. Örneğin
1995’ten buyana çocuk bakım güvencesinin yalnız çalışanlar değil tüm kadınlar için
geçerli olduğu İsveç’te altı yaşın altındaki çocukların yüzde 68’inin bu hizmetten
yararlandığı ifade edilmektedir (Dietmar Rauch, 2007; 254). Buna karşın Akdeniz
ülkelerinde, hatta Almanya ve Lüksemburg’da çocuk ve yaşlı bakımının, devlet
desteği ile veya desteksiz, ancak çoğunlukla ailede kaldığı görülmekte (Mosesdottir,
2002; 13).
İkinci olarak, bu ülkeler açısından da yetersiz kalan ve dikkat çekilmesi
gereken noktaların gündeme geldiği ve bu modelin de feminizm açısından tümüyle
tatminkâr bulunmadığından söz edilebilir. Örneğin, bu modelin de piyasadaki
eşitsizlikleri önleyemediği (Estevez-Abe, 2005), eşitsizliklerin ancak sosyal devletin
katkılarıyla giderildiği ve cinsiyet eşitliğinin sağlanması açısından hâlâ bazı
yetersizlikler olduğu gibi eleştiriler var. Bu ülkelerde devletçe karşılanan bakım
hizmetlerinde yine yoğun olarak kadınların çalışması da dikkat çekmekte ve
babaların kullandığı ebeveyn izninde artış görülse de, İsveç’te bakım izinlerinin
yüzde 80’inin anneler tarafından kullanıldığı, Danimarka ve Finlandiya’da bu oranın
yüzde 95’e çıktığı, Norveç’te yüzde 91 olduğu belirtilmektedir (Kimberly J. Morgan,
2008; 408).
Ebeveyn iznine babaların pek rağbet etmemesi karşısında, yasal
düzenlemelerde bu iznin bir bölümünün babalar tarafından kullanılabilmesini
sağlamaya yönelik bazı değişikliklerden söz etmek doğru olur. Örneğin İzlanda ve
Almanya’da, ebeveyn izni arttırılırken, eklenen bölümün babalar tarafından
kullanılmasını sağlayacak ve teşvik edecek bir düzenlemeye gidildiğini görüyoruz.5
5 Ebeveyn izninin kullanımında görülen bu eşitsizlik karşısında, 2005’te İsveç’te iznin 15 aya
çıkarılması ve beş (anne), beş (baba), beş (ebeveynlerin seçimi) gibi bölünmesi önerisi
getirilmiş; kabul görmemiştir. Buna karşın İzlanda’da 1980’de üç aylık ebeveyn izni, 90’da
altı aya, 2000’de de dokuz ayı çıkarılmış ve bu son üç ay yalnız babanın kullanacağı bir izin
olarak düzenlenmiştir. Dokuz aylık izin üçe bölünüyor; her ebeveyn üçte birlik kısmını
kullanmak durumunda; geri kalan üçte bir ise onların seçimlerin göre paylaşılmakta. Bu
dönemde kazançlarını yüzde 80’i ödendiğinden, bu düzenlemenin erkeğin izin kullanma
oranını fevkalade arttırdığı söylenmekte. Benzer bir düzenleme ile Almanya da 2006 yılında
ebeveyn iznini 12 aya çıkarmış, ancak son iki ayın ebeveyn izninin büyük kısmını
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
30
Bu konuda AB düzeyinde de bir adım atılmış bulunmakta. Sosyal taraflar arasında
yapılan Çerçeve Anlaşma 2009’da yenilenmiş ve üç aylık ebeveyn izni dört aya
çıkarılmıştır; Kasım 2009’da Konsey tarafından da kabul edilen bu Anlaşma’ya
göre, dördüncü ayın ebeveynler arasında değiştirilemeyeceği kabul edilmiştir;
kullanılmazsa kaybolacak olan bu dördüncü ayın, babaları ebeveyn iznini
kullanmaya teşvik etmesi beklenmektedir (EU, 2009).
Üçüncü olarak, refah devletinin yapılanmasıyla ilgili eleştiriler var ki, birçok
tartışmanın ucu buraya dokunmakta. Özetle refah devletinin ücretli çalışma (veya
sınıf) üzerine tasarlanması eleştirilmekte. Kısaca, Avrupa’daki geleneksel sosyal
devlet anlayışı içinde cinsiyet eşitliğine yönelik hedeflerin de ücretli çalışmayla
sınırlandığı, bakım işlerinin değersiz görülmesinin devam ettiği ve bu anlayışın
toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yetmediğine ilişkin eleştiriler getirilmektedir
(Gail Lewis, 2000; 9; Jane Lewis, 2003; 181). Bu nedenle, cinsiyet eşitliğinin
sağlanması yönünde anlamlı bir değişim için toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve bakım
konusunu merkeze alan yeni bir sosyal politikanın düşünülmesi gerektiği
söylenirken, refah devletinin bakım ekonomisi çerçevesinde yeniden yapılanmasını
istenmektedir (Fobre, 2008). En başta ev-içi emeğinin hâlâ değersiz görülmesi
devam ettiğinden, bu eleştirilere hak vermemek mümkün değil.
Dördüncü olarak, toplumsal cinsiyet eşitliği ile sınıf ilişkilerinin birlikte ele
alan ve ülkeler arası farklılıkların temelini burada arayan tartışmalar olduğunu
görüyoruz. Bu eleştiri ve tartışmalarda, örneğin çocuk bakımını karşılayabilen
yüksek gelirli aileler ile düşük gelirli aileler açısından kadının koşullarının çok
farklılaştığına, bu farkın ancak sınıfsal ayırımların sonuçlarını gidermeyi amaçlayan
sosyal politikaların kullanıldığı refah modellerinde azaldığına dikkat çekilmektedir
(Hadas Mandel; Michael Shalev, 2009; 163; Nancy Folbre, 2009; 207-208; Leslie
McCall; Ann Orloff; 2005; 160). Örneğin Folbre, sınıf eşitsizliğinin fazla olduğu
durumlarda, bu eşitsizliğin kadınlar arasındaki farklılıkları arttırdığı gibi, toplumsal
cinsiyet eşitsizliğini bastırdığını da söylemekte. Çok haklı; birçok ülkede sınıf, ırk,
etnik köken, göçmenlik gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan eşitsizlikler büyük
ve bunların cinsiyet eşitsizliğine yönelik toplumsal duyarlılığı geriye iterken, kadınlar
arası dayanışmayı da olanaksızlaştırdığı açık.
Beşinci olarak, küreselleşen piyasa ve liberalleşen politikaların cinsiyet eşitliği
üzerindeki etkilerine yönelik tartışmalardan söz edilebilir. Örneğin bu politikaların
istihdamda kadınlara karşı ayırımcılığı ve ücret geliri açısından farklılıkları daha da
arttırdığına işaret edilerek, ekonomideki yeni yapılanmanın kadınlar açısından
anlamı sorgulanmaktadır (Perrons, 2005; 392-93): Perrons, 80 sonrasının
küreselleşen ve liberalleşen ekonomi politikalarının çalışma yaşamında yol açtığı
kuralsızlaşma ve kutuplaşmanın öncelikle kadınları etkilediği, çok kazanan küçük
bir gurup ile az kazanan büyük gurup arasında oluşan uçurumda kadınların diplerde
kullanmayan eş tarafından kullanılmasını öngörmüştür (Morgan, 2008; 409, 417).
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
31
yoğunlaştığını vurguladığı gibi, bilgi ekonomisine gidilirken kadını bekleyen
tehlikelere de işaret etmektedir. Biliniyor ki, bilgi ekonomisinde, bir yanda bilgiye
dayalı işler, öte yandan insana yönelik hizmetler artmakta, bu nedenle bilgi toplumu
aynı zamanda hizmet toplumu anlamına gelmektedir. Ancak bilgi toplumunda, bilgi
ve teknolojiye dayalı işlerde erkeklerde, sosyal hizmete yönelik işler kadınlar
yoğunlaştığından, Perrrons’ın haklı olarak işaret ettiği gibi, bu toplum kadın için
yeni sosyal bölünme ve eşitsizliklerin ortaya çıktığı bir toplum olmaktadır (Perrons;
2005; 397). Cinsiyet eşitliği politikalarının bu alanda yapacağı fazla bir şey olduğunu
düşünmek de zor.
Altıncı olarak, ister yetersizliklerden söz edilsin, ister ekonomik veya sınıfsal
analizler yapılsın, cinsiyet eşitliğine yönelik değişikliğin siyasal yoldan, yani sosyal
devlet ve sosyal politikalar aracılığıyla beklendiği görülmekte ve bu alanda hem
radikal hem oldukça “cömert” önerilerin gündeme geldiği görülmektedir. Örneğin
Alice Kesler Harris, Marshall’ın sivil, siyasal, sosyal vatandaşlık olarak üç boyutlu
vatandaşlık anlayışına ekonomik vatandaşlık (economic citizenship) gibi yeni bir
boyut eklemeyi önermektedir (Alice Kesler-Harris; 2003; 158-159): Ekonomik
vatandaşlık, herkesin kendi seçeceği bir işte çalışmaya (çocuk bakımı ve ev işi de
dahil olmak üzere), kendisi ve ailesini geçindirebilecek bir ücret kazanmaya, işgücü
piyasasında bir ayırımcılıkla karşılaşmamaya, gereken eğitim ve yetiştirme
kurslarından yararlanmaya, istihdama katılımını destekleyecek sosyal yardımlarla,
etkili bir seçim için ev, ulaşım, sağlık gibi çevre koşullarına hakkı olması anlamına
gelecektir. Bu öneriye, aslında, “çalışma hakkı” olarak bakmak mümkün; ama hayli
genişletilmiş bir çalışma hakkı olduğu açık. Kesler-Harris, günümüzdeki
uygulamada çalışma hakkının daha çok erkek tarafından kullanılması, kadının da
erkek aracılığıyla sosyal güvenlik haklarına sahip olmasını anlamına geldiğini, artık
bunu sürdürme olanağının kalmadığını söylemekte ve açıkçası işlerin kadın ve erkek
arasında “paylaşımını” önermektedir. Söylediği şu; istihdam olanakları azalıyor ve
sosyal harcamalarda kısıtlamalara gidiliyor; bu nedenle artık kadın ve erkek olarak
ayrı cephelerde mücadele etmek yerine bir cephede buluşmak ve herkes için
ekonomik vatandaşlık hakkını istemek, ancak bir çözüm olabilir (Kesler-Harris,
2003; 172).
Ekonomik vatandaşlık anlayışı Lewis tarafından da olumlu bulunmakta
(Lewis, 2003; 181): Lewis, bu anlayışın gerçekleşmesi için, bir yandan çalışma
saatlerinin indirilmesini öngörmekte, öte yandan Batı toplumlarının hâlâ tek bir
yetişkinin çalıştığı aile modelini yansıtan anlayışının değişmesini istemektedir. Bu
nedenle yaşam boyunca ücretli ve ücretsiz işlerin kadın ve erkek arasında paylaşımı
yolunda bir değişimden söz etmekte ve bunun cinsiyet eşitliğinin sağlanması
açsısından hayati bir önem olduğuna işaret etmektedir.
Özetle ücretli veya ücretsiz bakımı merkeze alacak ve bunun çevresinde
odaklanacak bir refah devleti istemini Avrupa’daki feminist hareketin odak
noktasındadır, diyebiliriz. Kessler’in ekonomik vatandaşlık önerisi gibi, Folbre de
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
32
ekonomide “bakım ekonomisi” yönünde bir değişim istemektedir. Folbre, bakım
ekonomisi isterken, piyasa güçlerinin ev-içi emeğe değer vermemesi gibi, Marksist
yaklaşımın da mal ve hizmetin kendi kullanımı için üretilmesiyle piyasa için
üretilmesi arasında çizgi çeken yaklaşımından söz etmekte, bunlara karşı
feminizmin her iki alandaki emeğin birbirinin devamı olduğunu söyleyen yaklaşımı
ile bakım emeğinin kendi başına da, topluma yatırım olarak da değerine dikkat
çekmektedir (Folbre, 2008; 379-382). Bu nedenle refah devletinin, yalnız çocuklar
için değil, yaşlı, engelli gibi bakıma ihtiyaç duyan daha birçok insanı kapsayan ve
bakımın iş/aile veya bakım hizmeti/ ebeveyn izni gibi alanlar dışına çıkaran bir
anlayış içinde ve her tür bakımın destekleyecek biçimde yapılanması yönünde
yeniden tanımlanması ihtiyacını dile getirmektedir.
- AB Çevresinde Bir Değerlendirme Yapılırsa?
Ortaya çıkan eleştiri ve kaygılar haklı; ancak ne yapılacağı meselesiyle ilgili
kuşkular çok. Örneğin AB’den, ülkelerarası farklılıkları gidermek ve cinsiyet eşitliği
açısından yetersiz görülen sonuçları değiştirmek için eşitlik politikalarının
uygulanmasında yaptırımlar öngörmek ne kadar gerçekçi? AB’nin bugünkü
yapılanması içinde böyle bir değişim beklemek zor; bu nedenle, ülkelerarası
farklılıkların da, istihdamda görülen ayırımcılığın da, cinsiyet rollerindeki
eşitsizliklerin de daha epeyce süre devam etmesini beklemek daha gerçekçi
görünmekte.
Öte yandan, feminist tartışmalarda “bakım ekonomisi” gibi istemler dile
getirilirken, işgücü piyasasındaki cinsiyet ayırımının, kadın işgücünün niteliğiyle
değil, kadının bakım sorumluluğuyla ilgili olmasıyla ilgili temel bir çelişki var. Yani
bakım emeği nedeniyle kadın emeği kapitalist mantık/verimlilik açısından daha
“verimsiz” ve daha “değersiz” görülürken, ekonomide çok temel bir
anlayış/mantık değişikliği nasıl gerçekleşecek? Gerçi, bu yöndeki değişikliğin
piyasadan değil, sosyal devletten beklenildiğini anlıyoruz da, bu konuda AB
çevresinde bile umutlu olmak kolay mı?6
Bu soruyu sorsak da, bu coğrafyada sosyal refah devlet anlayışı ve
uygulamalarının yarattığı bazı umutlar olduğu görülüyor ve bunlar ne kadar
gerçekçi, tartışmaya değer. Öyle olunca da, Avrupa’da sosyal refah devleti ile
“kapitalizm çeşitlemeleri” (varieties of capitalism) konusuna değinmek kaçınılmaz.
Sosyal devletin kapitalizm içinde bir devlet anlayışı olduğunu biliyoruz; öte
yandan sosyal devlet, sosyal eşitlik, gelirin yeniden dağılımında daha adil koşullar
gibi özelliklerden söz edilince Kıta Avrupa’sı ve Kuzey Avrupa ülkelerinin akla
geldiğini de söyleyebiliriz. Avrupa’daki sosyal devlete, dünyanın öteki bölgelerinden
6 Örneğin Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun Konsey toplantısı öncesinde liberal
politikalara karşı “daha fazla ve daha güvenceli iş” istemiyle Mart ve Nisan aylarında birçok
ülkede yürüyüş ve toplantılar düzenleyeceği bilinmekte.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
33
daha farklı sosyo-ekonomik sonuçlar sağladığı için olumlu bakanlar olduğu gibi,
kapitalizmin sürdürülmesine hizmet eden bir uygulama olarak eleştirenler de var;
olumlu özellikleri olsa da günümüzde bunları yitirdiğinden söz edenler olduğu da
bilinmekte. Bu konudaki tartışmalara girmeyeceğim; ancak sosyal devletle ilgili
birkaç hatırlatmada bulunmak gerekiyor.
1950 sonrası kurumsallaşan sosyal refah anlayışının, Batı Avrupa’da
kapitalizmin işleyişini değiştirmediğini, ancak sosyal devlete sosyal haklar, sosyal
vatandaşlık, bölüşüm adaleti doğrultusunda yeniden-bölüştürücü bir rol sağladığını
biliyoruz; bu anlayış ve rolün, AB çevresinde sözü edilen Avrupa toplum modelini
biçimlendiren önemli bir nitelik olduğunu ve sosyal devletin sosyal eşitlikleri
hedefleyecek biçimde kurumsallaştığı ülkelerde, kapitalizmin üretim araçlarının
mülkiyeti açısından değil, fakat bölüşüm açısından epeyce “sosyalleştiğini“ de
söylemek yanlış olmaz (Meryem Koray, 2005). Devletin oynadığı yenidenbölüşümün
boyutları da, Esping-Andersen’in ortaya koyduğu refah modellerine
göre farklılaşmakta (Gosta Esping-Andersen, 1990). Yukarıdaki veriler, cinsiyet
eşitliği politikaları açısından da benzer sonuçlar olduğunu ortaya koyuyor.
Kapitalizm çeşitlemelerini dikkate alan yaklaşım ise, yukarıda değindiğim
gibi, sosyal devletin kapitalizmi ne ölçüde esnekleştirebildiğine (sosyalleştirebildiği)
yönelik, sosyal devlet ve kapitalizm ilişkisine açıklık getiren bir yaklaşım olarak
değerlendirilebilir. Buna göre, Kıta Avrupa’sında örgütlenmiş piyasa ekonomisi
(organised market economies), ABD, İngiltere; İrlanda gibi AngloSakson ülkelerde
ise “liberal piyasa ekonomisi” (liberal market economies) varlık göstermektedir
(David Soskice, 2005; 171). İki farklı kurumsallaşma arasında sosyal tarafların gücü,
devletle ilişkileri, piyasa ve sosyal devlet anlayışı farklılaşırken, örgütlenmiş
kapitalizm içinde devlet ile sosyal taraflar arasında demokratik korporatizmin ve
sosyal sorunların çözümü açısından güçlü bir sosyal devletin varlık kazandığını,
liberal modelde ise piyasacı güçler ve önceliklerin öne çıktığını anlıyoruz.
Kapitalizm çeşitlemelerini cinsiyet eşitliği politikaları açısından irdeleyen bir çalışma
ise, her iki modelde de “piyasanın” cinsiyet eşitliğine karşı bir “duyarlılığı”
olmadığını ortaya koymakta; örneğin her iki modelde de kadınlar için piyasada
mesleki ayırımcılığın devam ettiği söylenmekte (Estevez-Abe, 2005; 184).
Aslında bu bulgu, şaşırtıcı değil; çünkü aynı duyarsızlığın tüm sosyoekonomik
eşitsizlikler açısından geçerli olduğunu biliyoruz. Bu nedenle örgütlenmiş
piyasa ekonomisini sağlayabilen refah modellerinin (Kıta Avrupa’sı, özellikle Kuzey
Avrupa ülkelerinde), öteki sosyo-ekonomik eşitsizlikler gibi, cinsiyet eşitsizliği
açısından da devlet/siyaset aracılığıyla olumlu bazı gelişmeler sağlamasında
(Mandel; Shalev; 2009; 165-167) şaşılacak bir şey yok.
Dolayısıyla, eşitlik politikalarında daha olumlu koşullar ve daha somut
gelişmeler, sosyal devlet anlayışının kurumsallaştığı ülkelerde ortaya çıkıyorsa, şu
bağlantıları kurabiliriz:
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
34
a) Bu ülkeler, en başta sınıfsal olmak üzere genel anlamda “sosyo-ekonomik”
eşitsizlikleri azaltma yönünde politika uygulamaktalar; b) bu politikalar nedeniyle, hem sosyal
eşitsizlikler göreceli olarak azaldığından cinsiyet eşitsizliğini önemsizleştirecek ortadan
kalkmakta; c) hem, tüm eşitsizlikler gibi cinsiyet eşitsizliğinin azaltılması da önemli olmaktadır.
Bu nedenle, Kuzey Avrupa ülkeleriyle ilgili olarak, bu ülkelerde ortaya çıkan
farklılıkların feminist hareketten çok devletin eşitlik politikalarıyla ilgili olduğu ve
“feministleri olmayan feminizm”den söz edildiği de biliniyor (Joyce Gelb, 1989;
137). Örneğin İsveç’te sınıfsal farkların azalmasını amaçlayan sosyal eşitlik
anlayışının 1969 yılında “Eşitliğe Doğru” adını taşıyan bir programla cinsiyet
eşitliğini hedef aldığı, 1970 ortalarında da buna yönelik yasaların çıkarıldığı
görülmekte. Kadınların siyasete katılımı açısından da bu ülkeler epeyce farklı.
Örneğin Kuzey Avrupa ülkelerinde kadınların parlamentoya katılımı yüzde 41 iken,
Kuzey Avrupa ülkeleri dışında kalan Avrupa ülkeleri ortalaması yüzde 19’da
kalmaktadır (Inter-Parliamentary Union, 2008; 15).
Bunlardan nasıl bir sonuç çıkarılabiliriz dersek, birkaç farklı sonuçtan söz edilebilir. İlk
olarak, AB çevresinde her ülkede kapitalist ekonominin olduğu ve piyasanın
önceliklerinin kendini hissettirdiğine kuşku yok. Buna karşın sosyal devletin
kurumsallaştığı ülkelerde, kapitalist ekonominin ve piyasanın yol açtığı eşitsizlikleri
azaltmak üzere yapılanmış bir siyasal anlayış ve sosyal devlet olduğundan, bu
anlayış cinsiyet eşitliği açısından da bazı gelişmeler sağlamakta.
Bu nedenle, özellikle Kuzey Avrupa ülkeleri açısından feminist hareketin cinsiyet
eşitliği açısından refah devletinden beklentilerinin haklı bir dayanağı olduğu söylenebilir; bu
ülkelerde beklentilerin karşılanması yolunda bazı gelişmeler de sağlanabilir.
İkinci olarak, sosyal devletin gelişmediği ülkelerde eşitlik politikasının
kadınlar adına böyle bir gelişme sağlama olanağı pek olmadığı, ya da çok sınırlı
kalacağını söylemek gerekir. Örneğin, küreselleşen kapitalizmin ve ortaya çıkan
acımasız rekabetin AB çevresinde de emeği koruyucu standartlardan uzaklaşılması
gibi sonuçları da, parasal birliğin sosyal devlet üzerindeki tehditleri de biliniyor; öte
yandan AB’nin merkez ülkelerdeki toplum modelini hayata geçirmek üzere Avrupa
Toplum Modeli ve Sosyal Avrupa gibi söylemleri olsa da, bunları hayata geçirecek
gücü olmadığı da görülmekte (Koray, 2005). AB çevresinde liberalleşen
politikaların istihdamda “esnek-güvence” (flexicurity) uygulamalarına yol açtığını
görürken, bu koşullarda kadınların eşitsiz konumunu düzeltecek önlemler nasıl
beklenebilir diye sormakta da haklı oluruz.
Ancak, genel olarak, kadınların istihdamda eşitlik beklentilerini emek ve çalışma
koşulları üzerinde yoğunlaşan tehdit ve kısıtlamalar içinde düşünmek de kaçınılmaz görünüyor.
Üçüncü olarak, gelecekteki gelişmelerin ne yönde olacağı konusunda
feminist harekete düşen bir sorumluluktan söz edilebilir. Ortadaki bulgular ve
tartışmalar, toplumsal cinsiyet eşitliği istendiğinde, bu istem sosyal devlete de
yöneltilmiş olsa sonuçta değişimin ekonomik politikalarında olması gerektiğini
gösteriyor. Yani, sosyal refah devletinin kapitalizmi az çok “sosyalleştiren” bir
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
35
siyasal-toplumsal yapılanma anlamına geldiği düşünülüyor ve ondan cinsiyet eşitliği
yönünde bir şeyler bekleniyorsa, bu yapılanmanın toplumsal-siyasal güç ilişkilerinin
bir ürünü/sonucunu dikkate almak gerekmekte (Koray, 2007; 32-33).
Bu nedenle, ne kadar mümkün olacağı ayrı konu, ancak kapitalizmin, cinsiyet eşitliği
yönünde de “sosyalleşmeye” yönelip yönelmeyeceğinin, feminist hareketin alacağı tavra ve güç
ilişkilerinde bugünkü zayıflığını gidermesine bağlı olacağını da söylemek gerekir.
Bugün kapitalizm küreselleşirken, ekonomik sistem ve politikalarda değişim
zor; ancak küresel ve toplumsal düzeyde artan eşitsizlikler ve adaletsizliklerin AB
içinde de karşı güçlerin büyümesine yol açmasını beklemek mümkün; bu yolda
rahatsızlık ve tepkilerin gündeme geldiği de biliniyor. Bu tepkilerin artıp
artmayacağı, ne yönde gelişeceği ve toplumsal-siyasal güç dengesini değiştirecek bir
niteliğe ulaşıp ulaşmayacağını bilemiyoruz.
Dolayısıyla bir önemli sonuç da, feminist hareketin ve kadınların ekonomide
liberalleşme, sosyal politikalarda gerilemeye karşı çıkan (emek, sendikalar, sol partiler gibi)
toplumsal güçler içinde yer almasının, bu hareketlerin de feminist taleplerle buluşmasının her iki
taraf için de, sonuçlar açısından da fark yaratacağı gerçeğidir.
Feminist harekette ve solda böyle bir gelişme ortaya çıkacak mı; göreceğiz?
Kuşkusuz, Avrupa’da fark yaratacak bir “feminizm ve sol ittifakın”, küreselleşen
kapitalizm karşısındaki gücünün ne olacağı, feminist ve sol ittifak açısından aslında
küresel bir dayanışmanın düşünülmesinin gerektiği gibi tartışılacak daha çok konu
var. Ancak bunlardan önce, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin çok fazla, kadın
hareketinin daha zayıf olduğu ülkeler var ki, onlardan biri de, Türkiye- çok daha
fazla konuşulmayı hak ediyor.
4- Türkiye Açısından Kabul Edilen Eşitlik Politikaları ve
Sonuçları
Türkiye’de 1985’de Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi’nin (KKAÖS) onaylanması (bazı çekinceler olsa da) ile başlayan ve 25
yıldır devam eden cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik bir politika ve taahhüt söz
konusu. 1990 yılında Sözleşme gereğince dört yılda bir hazırlanması gereken ve
kadınının toplumsal konumunu yansıtan ilk rapor BM’e sunulmuş, onu 1997, 2005
ve 2008 yıllarında sunulan raporlar izlemiştir. 1990 yılında Sözleşme’nin öngördüğü
ulusal mekanizma olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSGM)
kurulmuş, ancak bir teşkilat kanununa kavuşması 2004 yılını bulmuştur. 2000
yılında ek protokol imzalanarak KKAÖS’e tam uyum taahhüt edilmiştir. Bunun
yanı sıra adaylık nedeniyle, 2003 yılında AB’nin Cinsiyet Eşitliği Topluluk
Programı’na katılarak İstihdam Stratejisini izleme çabası içine de girilmiş durumda
(KSGM; 2008; 25). Özetle Türkiye iki farklı düzeyde toplumsal cinsiyet eşitliği
politikalarını kabul etmiş ve bu politikaları öteki politikalara yerleştireceği yönünde
taahhütlerde bulunmuştur.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
36
Ayrıntılara geçmeden önce iki konuya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi,
toplumsal cinsiyet temelli eşitlik anlayışı ve politikalarının Türkiye tarafından büyük
ölçüde “modernleşme” ve dünyadaki gelişmelere “ayak uydurma” arayışı
çerçevesinde kabulüdür. Böyle olunca, siyasal yapıda cinsiyet eşitliği amacına
bağlılık ve bu amacı öteki politikalara yerleştirmek gibi bir niyetin beklenemeyeceği
söylenebilir. Öte yandan 2000’li yıllardaki iktidar değişikliği ile bu anlamda bir
“modernleşme” arayışı da gündemden kalktığından, kadınla ilgili bazı politikalar
uygulansa da, bu ülkede artık cinsiyet eşitliği anlamında bir politikanın varlığını
koruduğunu söylemek bile zor görünmekte.
İkincisi, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından sağlanan gelişmelere
bakıldığında, asıl bu ülkede hayal kırıklığından söz ermek gerektiğidir. Burada
birçok etkenden de söz edilebilir. Türkiye’nin, cinsiyet eşitliği yönündeki
politikalara geç başlaması gibi, bu politikaların muhafazakâr toplum yapısı ve
değerlerden, sosyo-ekonomik koşullardan, kadın hareketinin zayıflığından gelen
birçok yetersizlik ve kısıtlama ile karşılaştığı yadsınamaz. Bunların ötesinde siyasal
yapıdan gelen isteksizlik ve tıkanıklıklar da var. Ancak engeller arasında, genel
olarak sosyo-ekonomik açıdan ortaya çıkan büyük eşitsizlikler ile sosyal devlet ve
sosyal politikaların zavallılığını da unutmamak gerekiyor.
- Cinsiyet Eşitliği Politikası ve Getirdiği Araçsal Değişimler
Önce sağladığı bazı değişimlerle başlayayım. İlk olarak toplumsal-siyasal
söylemde bazı değişiklikler olduğu söylenebilir. Cinsiyet eşitliği kavramının siyasaltoplumsal
gündemine girmesi, bu kavrama yabancı bir toplum için önemli. Bu
nedenle cinsiyet temelli bir eşitliğin siyasal ve bürokratik çevrelerde konuşulur hale
gelmesini (son yılarda değil), yapılan eğitim ve araştırma faaliyetleriyle daha geniş
çevrelere yayılmasını bir gelişme olarak görmemek mümkün değil. Ancak söylemin
değişmesinin, cinsiyet eşitliğinin benimsenmesi ve bu yolda dönüşümlerin
amaçlanması anlamına gelmediğini de uygulamalar gösteriyor.
İkinci olarak, Sözleşme’nin kadın örgütlenmesi üzerindeki olumlu
etkilerinden söz edilebilir. Daha önce çoğu yardım amacını taşıyan kadın
örgütlenmesinin, 1980 sonrasında toplumsal cinsiyet anlayışı ve söylemi
çerçevesinde yaygınlaştığı, yardım amaçlı kadın kuruluşlarında da söylem
değişikliğine gidildiği görülüyor. İç dinamiklerin oldukça zayıf ve devletin
belirleyiciliğinin yüksek olduğu bir ülkede, uluslararası sözleşme aracılığıyla cinsiyet
eşitliği yönünde bir politikanın kabulünün toplumsal dinamikleri harekete geçiren
bir yanı olduğu muhakkak. Ancak devletten başlayan bu ivmenin, daha önce emek
ve sermaye örgütlerinde de ortaya çıkan sonuçlar gibi, kadın hareketine bağımlılık,
istemlerine sınırlama getirdiğini düşünmek de yanlış olmaz. Ayrıca kadın
örgütlerinin çok zaman hem finansal hem lojistik anlamda kamu kurumlarının
desteğine ihtiyaç duydukları da biliniyor; bu ihtiyacın da bağımlılık ilişkisini
güçlendiren bir etken olduğu söylenebilir.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
37
Bir diğer gelişme, ulusal mekanizmalar ve cinsiyet eşitsizliği alanında yapılan
araştırmalarla bilgi birikimin artmasıdır. Kadın ve Aile’den Sorumlu Bakan ve
Başbakanlığa bağlı Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSGM) gibi
ulusal mekanizmalar, zaten bu beklentilerle oluşturulmuş mekanizmalardır; buna
bağlı olarak cinsiyet eşitliği yönünde duyarlılıkları arttırıcı etkileri olduğu, siyasetçi
ve bürokratlardan başlayarak toplumun daha geniş kesimlerine uzanan bir öğrenme
sürecini başlattıklarını düşünebiliriz. Bunun gibi, uygulanan eğitim ve araştırma
projelerinin hem kadının konumuna ilişkin bilgi toplanması hem bilinç
yükseltilmesine katkıları olduğunu da söyleyebiliriz.
Kurumsal gelişmeler arasında üniversitelerde kurulan kadın araştırmaları
merkezlerini de saymak doğru olur. 2008 yılında 15’e ulaşan bu merkezlerin de,
alanda çalışan akademisyenlerin ve araştırmaların artması gibi birçok katkısından
söz edilebilir.
Sonuç olarak cinsiyet eşitliği politikalarının kabulüyle, bu ülkede ulusalsiyasal
düzeyde kurumsallaşma, akademik bir çalışma alanı olarak kabullenilme,
kadının konumu ve karşılaştığı ayırımcılık konularında bilgi sahibi olma, bu alanda
örgütlülük ve bilincin artması gibi olumlu gelişmeler olduğu kuşkusuz. Buna karşın,
kadının konumu ve koşulları açısından kuşkular çok.
- Eşitlik Politikası ve Uygulamada Sağladıkları
Kadının konumu ve koşullarında ne gibi gelişmeler var diye baktığımızda, en
önemli gelişme olarak, yasal düzenlemelerde yapılan bazı değişikliklerden söz
edilebilir. Bu konuda fazla ayrıntıya girmeden, birkaç değişikliğe değineceğim. En
önemli değişikliğin, 2002 yılında yürürlüğe giren Medeni Yasa’da aile hukukuyla
ilgili hükümlerdeki değişiklikler olduğu söylenebilir; neler olduğu biliniyor. İş
Yasası’nda yapılan iki olumlu değişiklik var. Biri İş Yasası’nda eşit muamele gibi
işyerinde cinsel tacizle ilgili hükümler getirilmesi, ikincisi de doğum izninin
doğumdan önce ve sonra kullanılmak üzere toplam 16 haftaya çıkarılması. Doğum
izninin, cinsiyet eşitliği yönünde değil, kadının geleneksel rolüyle ilgili bir
düzenleme olduğunu da unutmamak gerekiyor. Ceza Yasası’nda cinsel saldırı
suçlarıyla ilgili maddelerde değişikliklere gidilmesi, aile-içi şiddete karşı koruyucu
tedbirler getiren yasal bir düzenleme yapılması, aile mahkemelerinin kurulması gibi
bazı düzenlemeleri de, olumlu gelişmeler olarak nitelememiz mümkün.
Bunun dışında, 1982 Anayasası’nın 10. maddesinde 2004 yılında yapılan
değişiklikle, devlete “kadın ve erkeğin aynı haklara sahip olmalarını sağlama
yükümlülüğü” getirildiğini, 2010 yılında da, aynı maddede özel önlemler anlamında
“alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz” yolunda bir değişiklik yapıldığını
görüyoruz. 2008 yılında TBMM’de kadın-erkek eşitliğinin sağlanması konusunda
duyarlılık göstermek üzere “Fırsat Eşitliği Komisyonu” kurulmasını da önemli bir
gelişme olarak sayabiliriz.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
38
Sağlanan gelişmeleri izlemek üzere en inanılır kaynakların, BM (CEDAW)
için hazırlanan raporlar olduğu düşünüp bunlardan yola çıkıldığında, raporlarda da
öncelikle yasal düzenlemelerdeki değişiklikler üzerinde durulduğu görülmekte. Oysa
2008 yılındaki Rapor’da kadının eğitim, sağlık, çalışma yaşamı ve siyasetteki
konumuyla ilgili verilen bilgiler, birçok alanda olumlu önlemlere ihtiyaç
duyulduğunu açıkça ortaya koymakta (KSGMa, 2008).
Gelecekte ne gibi gelişmelerin planlandığını anlamak üzere 2008-2013 arasını
kapsayan Eylem Planı’na baktığımızda ise, genel ifadelerden başka bir şey bulmak
mümkün görünmüyor. Eylem Planı’nda bugüne kadar sağlanan gelişmeler
özetlendikten sonra, eğitim, istihdam, sağlık, yoksulluk, kararlara katılım, medya,
insan hakları ve şiddet başlığı altında kadının konumuna ilişkin veriler yer almakta
ve her alanda kadını çevreleyen koşullarda iyileşmeler sağlanmasına yönelik
stratejilerden söz edilmektedir (KSGMb, 2008). Belirtilen stratejilerde de, iyileşme
yönünde çalışmalara devam etmek, eğitim ve bilinç yükseltmeye önem vermek,
gerekirse yasal ve kurumsal düzenlemelere gitmek gibi genel ifadelerin ağırlıkta
olduğu anlaşılmakta. Örneğin 2006 yılında kadının işgücüne katılımının yüzde 24.9,
istihdama katılımının yüzde 22.3 (27 üyeli AB’de yüzde 57.2) olduğu belirtilerek,
2013 yılında yüzde 29.6’ya çıkarılması gibi bir hedeften söz edilmekte. Bu hedefe
ulaşmak için de eğitim, mesleki kurslar, bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması,
zihniyetlerin değişimi, girişimciliği teşvik, ebeveyn izninin yasallaşması, kayıt dışı
ekonomi ile mücadele, okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması gibi stratejiler
sıralanmaktadır. Bu stratejiler gerekli; ancak daha önemli olan bunların nasıl, ne
zaman, hangi araçlarla hayata geçeceğine ilişkin somut plan ve programların olması;
oysa herhangi bir somut önlem ve uygulamadan söz edildiğini söylemek mümkün
değil.
Uygulama da bunu gösteriyor. 2010 yılında kadının işgücüne katılım oranının
yüzde 27.6’ya çıktığı belirtilmekte (TÜİK, 2011); bu anlamda hedefe
yaklaşıldığından da söz edilebilir. Ancak kadının istihdama katılım oranının yüzde
27’de kaldığı bir ülkede, tarım dışındaki genel işsizliğin yüzde 15 dolayında
olduğunu, kadınlar arasındaki işsizliğin ise yüzde 20’yi geçtiğini de dikkate almak
gerekiyor. İş Yasası’nda geçici çalışma, çağrı üzerine çalışma gibi istihdamda
esneklik sağlayan hükümlerle, (Torba Yasa’da bunlara eklenen evden çalışma,
uzaktan çalışma gibi yeni biçimleri, şimdilik Yasa’dan çıkartılmıştır; ancak yeniden
gelme ihtimali çoktur) çalışanlar açısından güvencesiz, eğreti işlerin yolunun daha
kolaylaştırıldığı da bilinmektedir. Bu durumda kadınlar için iş yaratılsa da bunun
bedelinin güvensizlik olacağını görebiliyoruz. Yeni istihdam için sosyal güvenlik
primlerini kademeli olarak devletin ödemesini öngören uygulamanın da, kadın
istihdamında önemli bir artış getireceğini beklemek zor. Enformel istihdamın bu
kadar yaygın olduğu bir ülkede, bu uygulamadan yararlanılırken gerçekten yeni
istihdam yaratmak yerine, eski çalışanlarını yeni diye göstermenin çok kolay ve çok
mümkün olduğu biliniyor.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
39
İstihdam dışında, daha da önemli sorun olarak görülen aile-içi şiddet
konusunda bile yeterli ve koruyucu önlemlere gidildiği söylenemez. Şiddet, çok
tartışılan, üzerinde birçok araştırma yapılan bir konu; birçok araştırmacının bu alana
yönelmesi gibi, bu konuda TBMM’in de bir araştırma komisyonu kurduğu,
KSGM’nin 2007-2010 arasını kapsayan bir eylem planı kabul ettiği de görülüyor.
Ancak önlemlere baktığımızda, şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılması, cezaların
arttırılması, polislerin duyarlılıklarını arttırmak için eğitilmesi gibi yasal düzenleme
ve eğitim ağırlıklı uygulamaların öne çıktığını görüyoruz. Buna karşın, sığınma evleri
çok yetersiz kalırken, şiddete uğrayan kadının ekonomik olarak yaşamını
sürdürmesi için gereken desteğe hiç yer verilmemektedir. Örneğin kadınların
yaklaşık üçte birinin şiddetle karşılaştığı bir ülkede, SHÇEK, Valilikler ve
Belediyeler de dahil olmak üzere kadın sığınma evi sayısı 46’dır (KSGMc; 2008; 10).
SHÇEK kapsamında çocuk bakımı için 103 çocuk yuvası bulunmakta ve bu
yuvalarda 10 bin dolayında çocuğa bakım hizmeti sağlanabilmektedir (SHÇEK,
2007).
Şiddet konusunun her ülkede önemli olduğu ve genellikle önlemlerin cezaları
arttırma üzerine yoğunlaştığı söylenebilir. Örneğin BM (CEDAW) doğrultusunda
hazırlanan ulusal raporlarla ilgili bir incelemede, 185 raporda şiddete karşı cezaların
arttırıldığına ilişkin düzenlemelerin yer aldığından söz ediliyor (Weisman, 2009; 25):
Konuyu ele alan yazarın da belirttiği gibi, birçok ülkede şiddete karşı cezaları
arttırma yoluna gidilirken, bu cezaların şiddeti önlemediği görmezlikten
gelinmektedir. Aynı yazarın farklı ülkelerden verdiği örnekler de, şiddetin arkasında
sosyo-ekonomik yetersizliklerin önemli payını gösteriyor; bu ilişkiyi Türkiye’de de
görmemek mümkün değil. Öte yandan, şiddete karşı korunmak açısından da
kadının ekonomik açıdan güçlenmesi gerekli; bunun için de devletin hem koruyucu
hem güçlendirici bir rol oynamasına ihtiyaç var. En başta da, gelir getirici bir işin
sağlanması gerektiği biliniyor. Şiddetten söz edilirken, yapılması gerekenler arasında
bunlara yer verilmekte kuşkusuz; ancak bunları dikkate alan bir uygulamadan söz
etmek mümkün değil.
- Ve Sonuç: İndirgenmiş Bir Cinsiyet Eşitliği!
Sonuç olarak, 25 yıl içinde izlenen politikalara ve sağlanan gelişmelere
bakıldığında, cinsiyet eşitliği politikalarında, bir yanda amaçtan çok araçlar ve
prosedürler üzerinde durulduğu, öte yanda yasalarda eşit davranma ve eşit haklar
sağlamaya yönelik değişikliklerle yetinildiğini söylemek durumundayız. Eşit
davranma konusunda bazı gelişmeler sağlansa da, özel davranma gibi olumlu
eylemlere önem verildiği, hele cinsiyet eşitliğini öteki politikalara yerleştirecek
(anaakımlaştırma) bir anlayışın benimsendiği ise, söylenemez.
Yukarıda söz ettim; KKAÖS gibi bir Sözleşme’nin kabulü, Türkiye için daha
çok modernleşmenin bir gereği; bu nedenle birçok uluslararası sözleşme için geçerli
olduğu gibi, nelerin taahhüt edildiğine pek aldırmadan kabul edildiğini düşünmek
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
40
de yanlış olmaz. Örneğin bu kabul, Kadıoğlu’nun cinselliğin inkârına dayalı olarak
gördüğü Kemalist modernleşme içinde, -buna sosyalizm ve politik İslâm’ı da dahil
etmekte- (Ayşe Kadıoğlu, 1999; 89-100) temel anlayışa aykırı bir toplumsal cinsiyet
eşitliğinin kabulü anlamına gelmektedir. Kadını birey olmaktan çok, aile içindeki
rolüyle görmeye yatkın temel anlayış ortadayken, toplumsal cinsiyetin ve
getirdiklerinin anlaşıldığını söylemek pek kolay olmasa gerek. Aradan geçen yıllar da
bunu doğrulamakta
Bu nedenle, Türkiye’deki cinsiyet eşitliği anlayış ve politikalarının feminist
yaklaşım açısından “indirgemeci” bir karakter taşıdığını söylemekten başka yol yok.
Burada Savran’ın, modernleşme projelerini zaten kadınları araçsallaştıran projeler
olarak değerlendiren tespitini dikkate alarak, cinsiyet eşitliği politikalarını da bu
araçsallaştırmaya hizmet eden politikalar arasına koymak mümkün (Savran, 2006;
40); bu tespitte haklı yanlar da çok. Bugün, toplumsal cinsiyet bir yana, kadının
koşullarıyla ilgili iyileşmeler açısından bile çok yetersiz kalındığı düşünülürse,
cinsiyet eşitliği politikasının araçsallığını kabul etmek zor olmaz.
Birkaç hatırlatma yaparsak; örneğin kadının enformel istihdamda
yoğunlaştığı, düşük ücret ve güvencesiz koşullarla çalıştığı bilinmekte. Buna karşın
işgücü piyasasını daha da esnekleştiren yasa değişiklikleri yapılarak güvencesiz
koşulları arttıran, kuralsızlığı istisna değil esas haline getiren düzenlemelerden
kaçınılmamaktadır. Türkiye’de yoğun işsizlik bir gerçek ve kadın-erkek herkes için
istihdam artışının ancak geçici, güvencesiz, eğreti işlerle sağlandığı da bilinmekte.
Buna karşın, işgücü piyasasında kuralsızlık ve esnekliğin yaygın olduğu bir ülkede
Hükümet, bir yandan İş Yasası’nda formel sektördeki işletmelerin de esneklikten
yararlanmalarını kolaylaştıracak yönde değişiklikler yapmakta, öte yandan kadın
istihdamının artması gereğinden söz edebilmektedir. Eşitlik politikaları
doğrultusunda gelişme sağlamak amacıyla oluşturulan kurumların da, aynı zihniyetle
söz vermekten ibaret raporlar hazırlaması, cinsiyet eşitliği politikalarının nasıl
algılandığı, ne kadar önemsendiğinin göstergeleri olarak anlamlı olsa gerek.
Kadının istihdama katılımında, bakım hizmetinde sağlanacak destek önemli;
buna karşın ne devletin, ne işverenlerin desteğini sağlayacak düzenlemeler söz
konusu. Geçmişte Kamu İktisadi Kuruluşları ve büyük işletmelerde rastlanan kreş
gibi uygulamalar 80 sonrasında devreden çıktığı gibi, 150’den fazla kadın çalıştıran
işletmelere kreş açma yükümlülüğü getiren hükmün de uygulamada bir değerinin
olmadığı bilinmekte. Türkiye, 9 kişiden az işçi çalıştıran küçük işletmelerin ağırlık
taşıdığı bir ülke olduğu gibi, işletmelerin 150 kadına ulaşmamak için ellerinden
geleni yaptıkları da görülüyor. Devlet böyle bir yükümlülüğü üstlenmekten uzak
kalırken, çocuk yardımı adı altında ailelere ödenen parayla hem sosyal devlet
olmakta hem de eşitlik politikalarının gereğini yerine getirmiş olmakta! Kadına da,
ya kendi gücüne, ya da ailesinin desteğine güvenmekten başka yol kalmamaktadır.
Yapılan bir araştırmaya göre, kadınların yüzde 34’ünün çocuk doğunca işi
bıraktığını, yüzde 30’unun çocuk bakımında annelerinden, yüzde 7’sinin büyük kız
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
41
çocuğundan yardım aldığını gösterirken, para karşılığı bakım sağlayanların yüzde
7.6, kurumsal bakımdan yararlananların ise yüzde 9 dolayında kaldığı görülmekte
(KSGM, 2003; 42).
Kadınların siyasal katılımını arttırmak için öngörülen “cinslerin eşit
temsiline” yönelik (kota) uygulamaları da yıllardır kadınların gündemindedir; fakat
bir türlü kabul edilememekte. Bu isteksizlik de oldukça düşündürücü. İstihdam ve
bakım konusunda destekleyici hizmetlerin bütçeye yük getirmesi nedeniyle
uygulanmasının zorlaştığını düşünsek bile, kadının siyasal katılımının artmasını
desteklemeye yönelik olumlu bir önlemin mali bir yükü yok. Buna karşın
uygulanmaması, siyasal iktidarın ve öteki siyasal partilerin eşitlik politikaları
konusunda gönülsüzlüğünden başka nasıl yorumlanabilir? Bu nedenle, Anayasa’nın
10. maddesinde yer alan kadın-erkek eşitliğine ilişkin maddede, sanki bu haliyle özel
önlemleri engellermiş gibi, alınacak özel tedbirlerin bu maddedeki eşitliğe aykırı
olmayacağı gibi bir değişiklik yapılmasını inandırıcı bulmak mümkün değil.
Burada, Türkiye’deki yoğun sosyo-ekonomik eşitsizlikleri hatırlamamak
mümkün değil. Cinsiyet eşitliğinin gerek kabulü gerek güçlenmesinde öteki
eşitsizliklerin etkisini biliyoruz; Türkiye ise, uzun uzun söz etmeye gerek yok, gelir
dağılımının nüfus dilimlerine, üretim güçlerine, bölgelere, etnik kökene bağlı olarak
büyük bir eşitsizlik gösterdiği, toplumun yaklaşık yarısının geçim sıkıntısı yaşadığı,
istihdamın yaklaşık yarısının enformel olduğu bir ülke.7 Ücretli emek de, örgütlü-
örgütsüz, formel-enformel, daimi-geçici, nitelikli-niteliksiz, kadrolu-sözleşmeli, kırkent,
izinli-kaçak işçi gibi birçok parçaya bölünmüş durumda. İşsizliği yoğunken,
yabancı işçi göçünün arttığı bir ülke haline de gelmekte, nitelikli işlerde çalışan
kadınların ev işlerini ve bakım hizmetini üstlenenler arasında göçmen kadınlar da
artmakta.8
Burada söz edilmesi gereken iki konu daha var. Birincisi, 1980 sonrası
küresel piyasalarla bütünleşme amacıyla izlenen liberalleşme politikalarının sosyal
devlet anlayışı ve sosyal politika uygulamalarına getirdiği kısıtlamalar. İkincisi de,
2000 sonrasındaki iktidar değişikliği.
7 Gelişen ekonomi olarak dünyada 16. sırada yer aldığı söylenen Türkiye, insani gelişmeyle
ilgili endekste 83. sırada, cinsiyet eşitliğinde ise 77. sırada yer alıyor (UNDP, 2010; 144,
157).
TÜİK verilerine göre: İstihdama katılım genelde düşük, yüzde 48 dolayında; çalışanların
yüzde 43’ünün sosyal güvencesi yok. 20-24 yaş arası genç 5,3 milyon; eğitime devam
edebilenler 1,2 milyon dolayında, 4 milyonun böyle bir şansı yok. 15-34 yaş arasında olup da
lise eğitimi olanlar arasında hiç çalışmamış olanlar yüzde 35 dolayında. 3,5-4 milyon işsiz
var; 2 milyondan fazlası asgari ücretle çalışıyor; ücretli çalışan 4 kişiden biri enformel
istihdamda. 4 kişilik bir aile için ayda 700 bin gibi bir parayı yoksulluk sınırı kabul
ettiğimizde bile 12 milyon yoksul var.
8 Bu konuda bkz: Şenay Gökbayrak (2009), “Refah devletinin Dönüşümü ve Bakım
Hizmetlerinin Görünmez Emekçileri Göçmen Kadınlar”, Çalışma ve Toplum, 2.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
42
Liberalleşmenin, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de bir yanda istihdamdaki
sorunların ve eşitsizliklerin artmasına, öte yandan sosyal devletten vazgeçilmesine
yol açtığı biliniyor. AB örneğin de bile kısıtlamalar ortaya çıkarken, hem sosyal
devlet hem cinsiyet eşitliği anlayışının çok daha gerilerde biçimlendiği bir ülkede
liberalleşmenin etkilerinin çok daha fazla ve olumsuz olması kaçınılmaz oluyor.
Örneğin enformel istihdamın yoğunluğunu, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin
boyutlarını, sosyal devletin güçsüzlüğünü düşünmek bile, nelerle karşılaşılabileceği
hakkında fikir vermeye yeter. 80 sonrasının koşullarında, güvencesiz istihdam
artarken yasaların da koruma ve güvence değil güvencesizlik getirdiğini görüyoruz.
Devlet de, sosyal devlet diye “yardım/sadaka” dağıtıyor. Bu durumda, eşitlik
politikasının kadının mağduriyetine endekslenen bir politika olması, hatta orada bile
sınırlanmasından başka bir şey beklemek de mümkün olmuyor.
Bunun dışında, 2002’de AKP’nin iktidara gelmesi de anlamlı; bu dönemde
cinsiyet eşitliği yönündeki anlayış ve politikaların başlangıç yıllarına göre daha da
gerilemesi gibi gerçekler var. Örneğin AKP iktidarında, toplumsal cinsiyet
söyleminden büyük ölçüde vazgeçildiğini ve kadının ailedeki konumunun öne
çıktığını görüyoruz. KSGM’inin faaliyetleri açısından da bir değişim söz konusu. İlk
yıllarda KSGM aracılığıyla, birçok sektörde kadının karşılaştığı ayırımcılığı ortaya
koymaya, iş piyasasına katılımını engelleyen koşulları araştırmaya yönelik araştırma
ve yayınlar yapıldığı biliniyor; buna karşın 2002 sonrasında şiddet dışında bir
araştırma yok. KSGM’nin web sayfasındaki yayınlar listesine bakıldığında, bu
dönem sonrasındaki yayınların çoğunlukla, raporlar, planlar gibi dokümanter
nitelikte olduğu görülüyor; “toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi bir ifadenin yer aldığı
araştırma ve çalışma bulmak zor. Toplumsal cinsiyet kavramının yer aldığı birkaç
yayının da, bu alanda araştırma yapan kişisel tezlere ait olduğu anlaşılmakta.
Eşitlik politikasının kabulünde, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
“modernleşme” isteminin rol oynadığından söz ettik. AKP iktidarının ise bu
anlamda bir iddiası olmadığından, politikaların kabul edilmesinde öne çıkan etkenin
anlamını yitirdiği düşünülebilir. O nedenle, eşitlik politikalarını zaman içinde daha
fazla benimsenmesi beklenirken, Türkiye’de zaten var olan tıkanıklıklara bir de
siyasal iktidarın tercihlerinden gelen engeller eklenmiştir diyebiliriz. Bu durumda
eşitlik politikalarının geleceği konusunda pek umutlu olmak da düşünülemez.
Kuşkusuz, bundan sonra da kadının eğitimi, sağlık koşulları, istihdama
katılımının desteklenmesi gibi amaçlar sürdürülecektir; bunlar toplumsal ve
ekonomik gelişme açısından da önemlidirler. Ancak, bu gelişmelerin, cinsiyet
eşitliği amacından uzak kalacakları gibi, liberal ekonomi politikalarının da
gölgesinde kalacaklarını söylemek abartı olmayacaktır. Bu koşullarda, toplumsal
cinsiyet eşitliği bir yana, geniş kitlelerin çalışma gibi, sosyal güvenlik gibi
koşullarında bir iyileşme sağlamak, ya da kadının yoksulluk gibi, ekonomik
bağımlılık gibi, şiddet gibi çok temel sorunlarında kalıcı çözümler getirmek bile zor
görünüyor.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
43
1961’den buyana Anayasa’sında sosyal devlet yazan bir ülkede, sosyal
devletin sosyal eşitsizlikleri giderme amacını taşıyan bir yeniden-dağıtım politikası
olduğunun dikkate alınmaması, aksine zaman içinde daha da gerileyerek
“sadaka/yardım” anlayışına ve uygulamalarına dönüşmesi gibi, eşitlik politikası da
“mağduriyet” politikasına dönüşerek indirgenmekte. Çok temel sorunlarda bazı
iyileşmeler sağlamaktan öte bir hedefin olduğunu düşünmek zor; buralarda bile pek
bir gelişme sağlandığı söylenemez. Eğer aileye yapılan çocuk veya engelli yardımını,
Sosyal Yardımlaşma Fonu veya SHÇEK aracılığıyla sağlanan bazı katkıları veya
kadın girişimciliğine yönelik projeleri cinsiyet eşitliğine yönelik politika olarak
saymıyorsanız, durum oldukça vahim.
Öte yandan, bu koşullar sürdükçe, feminist hareketin de, ya “indirgenmiş”
anlamıyla eşitlik politikalarıyla “oyalanmak”, ya da cinsiyet eşitliği yönündeki istem ve
politikalarına nasıl önem kazandıracağı sorusuna yanıt aramak gibi iki seçenekle karşı karşıya
olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Dolayısıyla Türkiye’deki feminist hareketi de tartışma içine katmamız
gerekiyor.
4- Eşitlik Politikaları ve Türkiye’deki Kadın Hareketi
İkinci feminist dalgadan sonra, feminizmin birçok farklı yaklaşım içinde
çeşitlendiğini biliyoruz. 1960-70’lerde yükselen ikinci dalga içinde üç ana akım
olarak nitelendirilen liberal feminizm için eşit davranma, sosyalist feminizm için kadın
emeği, radikal feminizm için cinsiyetçi yaklaşımlar öne çıkarken, 90’lar sonrasında
gelişen post-modern, post-yapısal, ekofeminist akımlar içinde feminizmin ilgi alanı,
söylem ve bakış açılarının daha da farklılaştığı görülmekte. Her biri farklı öncüllere
dayanan ve farklı sonuçlara varan feminist yaklaşımlarla feminist söylem, istem ve
iddiaların zenginleştiği açık; buna karşın farklı feminizmlerin birbiriyle çatışması
gibi sonuçlar da ortaya çıkabilmekte. Türkiye’de de bu akımlardan etkilenerek, farklı
yaklaşımları temsil eden birçok gurup olduğuna kuşku yok.
Yine de, “çağdaş feministlerin elbette liberal oldukları, feminizmin bilgi
açısından liberalizme çok şey borçlu olduğu” yolunda (Okin’den aktaran Judith A
Baer, 2010; 4) görüşü dikkate almakta yarar var.9
9 Batı Avrupa’daki feminist hareketin, göreceli olarak farklı bir yere konulabileceğini
yukarıdaki tartışmalar gösterdi. Kısaca, Batı Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında
liberalizm ile sosyalizmin farklı bileşimlerde bir araya gelmesiyle oluşan ve adına demokratik
sol, ya da sosyal demokrat denilen sentezci yaklaşımın, siyasal bir görüş olmanın ötesinde
toplum modeli ve sosyal devlet anlayışının biçimlenmesinde etkileyen bir anlayış olduğunu
da söylemek doğru olur. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Meryem Koray (2005), Avrupa
Toplum Modeli, İmge Yayınları, Ankara). AB’deki tartışmaları izlerken, bu anlayışın
feminist yaklaşımlara büyük ölçüde yansıdığını ve büyük ölçüde sosyal devletten
beklentilerin öne çıktığını gördük.
Eşitlik politikalarının temel
karakterinin liberalizm olması gibi, birçok ülkede bu politikaları benimseyen ve
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
44
peşine düşen kadın hareketinin de benzer bir yaklaşımı benimsediğini söylemek
yanlış olmaz; bunun da döneme, topluma, kadın hareketinin yapısına bağlı olmak
üzere birçok nedeni bulunabilir.
Örneğin, dönemin egemen ideolojisi ile dönemin yükselen toplumsal
dinamiği arasında sağlanan bu küresel ve ulusal düzeydeki uzlaşmanın her iki tarafa
sağladığı avantajlar da var. Yeni “isyan bayrağının” sahibi olan kadın hareketi ve
istemleri egemen sistemce kabul edilmekte ve meşruiyet kazanmakta; buna karşın
liberal ideoloji de toplumsal ve siyasal yaşam sahnesine çıkan yeni müttefiklerle
(kadınlar) egemenliğini güçlendirmektedir. Liberal anlayışla uyuşan kadın
politikaları merkeze taşınırken, daha temel eleştiriler getirip daha radikal
dönüşümler isteyen feminist yaklaşımlar da çevreye itilmekte; bu
marjinalleştirmenin her iki tarafın da işine geldiğini düşünmek de mümkün.
Kadın hareketinin biçimlenmesinde toplumsal-yapısal koşullar, ülke
tarihinden gelen özellikler, kültürel değerler gibi birçok etkenin söz konusu
olduğuna da kuşku yok. Bu etkenlere girmeyeceğim; ancak, Türkiye’ye gelirsek,
toplumun muhafazakârlığı ve gelenekselliği gibi, devletin gücü ve iç dinamiklerin
yetersizliği de biliniyor; bu koşullarda bağımsız ve eleştirel bir feminist hareketin,
ortaya çıksa da, güç kazanmasının pek mümkün olmayacağını söylemek yanlış
olmayacaktır. Gerçi bu dönem liberalleşme rüzgârlarının alabildiğine estiği bir
dönemdir ve küçük bir gurupta da olsa feminizm konuşulmaktadır. Türkiye’de,
ekonomik alan liberalleşirken, siyasal yapıda da bunun izlerini taşıyan bazı politikalar
uygulamaya konduğu, ancak siyasal düşünce ve anlayışlarda özgürleşme, ya da
demokratik anlayış ve uygulamalarda gelişmenin çok sınırlı kaldığını biliyoruz (Tanıl
Bora, 2005). 2000’li yıllar sonrasında AKP dönemi bu saptamaya daha da haklılık
kazandırmış bulunmakta. AKP’nin liberal kapitalizme bağlılığı, AB üyeliğine sıcak
bakışı, siyaseti sivilleştirme yönündeki adımları nedeniyle liberal-muhafazakâr, ya da
muhafazakâr-demokrat bir düşünceyi temsil ettiği epeyce söylendi; ancak ortaya
konan pratikler özgürlük ve serbestlik temelli bir anlayışı temsil etmekten çok uzak.
Öyle anlaşılıyor ki, liberalizm de, bu ülkedeki “indirgemeci” yaklaşımlardan ve
popülist amaçlara alet edilmekten kurtulamamış durumda.
Kadın hareketine dönersek, 1980 sonrasında elit bir çevrede başlayan
feminist duyarlılık ve tartışmaların, kadın hareketi yayıldıkça daha ılımlı söylemlere
evrildiğini görmemek mümkün değil. Tekeli’nin belirttiği gibi, teori yetersizliği,
bilinç yükseltme guruplarının yaygınlaştırılamaması, seçkin bir ortamdan
çıkılamaması ve tabii ki örgütlenme sorunları nedeniyle, kadın hareketi
yaygınlaşıyor, ancak feminist anlayışın eğitimli kadınları aşarak geniş kitlelere
yayılması pek mümkün olamıyor (Şirin Tekeli, 1999; 345). Bu nedenle 90
sonrasında yayılan kadın hareketindeki “ana akımın”, topluma muhalefet ve
feminist düşünceye bağlılık açısından güçlü bir konumda olduğunu söylemek zor.
10 yıl önce, kadın hareketinin feminist istemler açısından da, toplumsal-siyasal
gelişmeleri itekleyecek toplumsal güç olarak da zaafları ve kırılganlıkları olduğunu
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
45
söylemiştim (Koray, 1999; 361-374); aradan geçen yıllar bu zaafların ve
kırılganlıkların başka biçimde de olsa devam ettiğini gösteriyor.
Örneğin bugün bile Türkiye’de kadın hareketi içindeki birçok kadının
kendilerini feminist olarak görmediklerini, bu etiketten kaçındıklarını biliyoruz.
Oysa bunda bir gariplik olduğu açık. Toplumsal cinsiyete dayalı eşitlik politikaları
hevesle kabul ediliyor; ancak feminist olunmadığı gibi, politikaların dayanağı olan
cinsiyet eşitliği de, bunun öngördüğü toplumsal dönüşüm de hedef alınmaktan
uzak kalınıyor. Burada, ancak kadınların çoğunluğunun, KKAÖS’yi kabul eden
hükümet gibi cinsiyet eşitliğini indirgemeci bir yaklaşım ve dar bir anlayışla ele
almayı tercih ettiklerini söylemek anlamlı görünüyor.
Bu saptamaları yaparken, Türkiye’deki kadın hareketinin ana gövdesini
oluşturan veya kadın hareketinde ”ana akım” diyebileceğimiz kesimden söz ettiğim
açık. Kuşkusuz, bunun dışında kalan kadınlar ve kadın gurupları var. Ancak, kadın
kuruluşları, siyasal partilerdeki kadınlar, sivil toplum kuruluşlarında yer alanlar,
medya ve akademik alanda çalışanlar gibi birçok kesimi dikkate aldığımızda, ana
akım diyebileceğimiz kesimin hem feminist anlayış hem cinsiyet eşitliği politikası
açısından radikal değil, oldukça ılımlı bir konumu ve topluma muhalefetten çok
toplumla uzlaşmayı temsil ettiği söylenebilir. Uzlaşmacı tavrın, hem sosyalleşme
süreciyle ilgisi olduğu hem de var olmak, iş yapabilmek gibi pragmatik nedenleri
bulunduğuna da kuşku yok. Ancak bu uzlaşmanın kadın hareketine “evcilleşmiş”
bir karakter kazandırdığı da yadsınamaz.
Evet, 90 sonrasında başlayan örgütlenme yayılarak devam ediyor ve “kadın
meseleleri” toplumsal-siyasal anlamda daha fazla gündemde. Bu nedenle, feminist
söylemin toplumda az çok kabul görerek “sosyalleştiğinden“ de söz edilebilir; ancak
bu sosyalleşmenin, eşitlik politikaları ve feminist istemlerin güç kazanması anlamını
taşımadığını yukarıdaki uygulamalar yeterince ortaya koydu sanırım. Bu
sosyalleşme, eşitlik politikalarının daha çok bu topluma uyarlanarak, yani
indirgenerek sosyalleşmesi anlamını taşımakta.
Örneğin bugün kadın hareketinde yükselen ilgi, en çok şiddet, siyasal katılım
ve kadın girişimciliğine odaklanmış görünüyor; devlete oldukça yoğun eleştiriler
yöneltilse de, ekonomik sisteme yönelik eleştirilerin oldukça kısıtlı kaldığı bir
gerçek. Devlet politikalarında kadın hâlâ aile içindeki rolüyle önemli görülürken,
hatta kadın ve erkeğin eşit olmadığı gibi söylemlerden kaçınılmazken, kadınların
devlete yönelik eleştirilerinin haklılığına kuşku yok. Her gün beş kadının
öldürüldüğü, şiddet ve tecavüzün yaygınlığının bilindiği bir ülkede, şiddet, buna
bağlı olarak erkek egemen kültürün konuşulmasının kaçınılmazlığı da ortada. Ancak
şiddet konuşulurken, yalnız toplumsal-kültürel değil, sosyo-ekonomik koşullardaki
yetersizliğin de gündeme gelmesi gerekiyor. Öte yandan, yalnız nedenleri açısından
değil, şiddete uğrayan kadınların ekonomik açıdan güçlendirilmeleri ihtiyacı
nedeniyle de ekonomik politikalar ve sosyal devlet anlayışındaki yetersizliklerinin
konu edilmesinden kaçınılamaz.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
46
İstihdam meselesinde de benzer sorunlar var. Hükümet dahil herkes kadının
istihdama katılımının gerektiğinden söz ediyor; iyi. Sonra bakıyoruz, kadının istihdama
katılımıyla ilgili sorun yalnız kadının niteliğiyle ilgili bir meseleymiş gibi, işgücü arzına
ilişkin eğitim, beceri, girişimcilik, mikro kredi gibi konular bolca konuşulmakta,
işgücü talebini yaratacak olan ekonomik sistem ve politikalar karşısında ise büyük
bir suskunluk. Ya da, sosyo-ekonomik eşitsizliğin bol, kadınlar arasındaki eşitsizliklerin
büyük olduğu bir toplumda, bunları gündeme getiren ve bu sorunları kadınların
istemleriyle ilişkilendiren akademik çalışmalar olması beklenirken, olmadığı
görülüyor; kadın hareketinden de böyle bir toplumda cinsiyet eşitsizliğinin nasıl
önem kazanacağı, nasıl gerçekleşeceği gibi sorular ve tartışmalar duyulmamakta.
Bu çerçevede, eşitlik politikalarıyla sağlanan gelişmelerin kısıtlı kalması bir
yana, bu politikaların farklı görüntü ve bağlantılar içinde geleneksel anlayışların
sürdürülmesine hizmet ettiği veya başka amaçlar için kullanılan araçlara
dönüştüğünü söylemek mümkün.10
Bu koşullarda, Türkiye’de “ana akım” kadın hareketinin, iki temel doğrultuda
varlık gösterdiği söylenebilir. Biri, daha çok mağduriyetlere odaklı, bir anlamda
geleneksel kadın rolünü devam ettiren bir varoluş biçimidir; bu çerçevede
“mağduriyet feminizmi” diyebileceğimiz bir anlayış ve hareket öne çıkmaktadır.
İkincisi de, Weisman’ın dikkat çektiği gibi, daha çok projeler, araştırmalar peşinde,
ancak bunları bir anlayış ve politika haline getirmekten uzak “araçsal feminizm”
(instrumental feminism) olmaktadır (Weisman, 2009 ).
Kadın adına geliştirilen bir aracın, kadınları
araçsallaştırması da bu olsa gerek.
11
Akademik çalışmalar açısından da benzer kaygıların dile getirildiği
görülmekte. Kadın hareketinin mağduriyetlere odaklı ilgisi gibi, akademik
Her ikisinin de, toplumsal
cinsiyete dayalı eşitlik anlayışının gelişmesi ve içerik olarak güçlenmesi açısından
fazla bir katkı sağlayacaklarını düşünmek güç.
10 Örneğin eşitlik politikaları, araçsal ve kurumsal anlamda bazı gelişmeler getirirken, bu
gelişmelerden yararlanan kadınlarda “feminist” olmama gibi bir özelliğin öne çıktığını
söylemek abartı olmaz. Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlar, Kadının Statüsü ve Sorunları
Genel Müdürlüğü’ndeki üst düzey yöneticiler ve siyasal partilerde üst düzeyde yer alan
kadınların, kadın sorunlarına duyarlı olsalar da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini önemseyen ve
toplumun bu yönde değişimini öngören bir anlayışı temsil ettikleri, bu anlamda “feminist
“oldukları söylenemez. Kendileri de, zaten öyle olmadıklarını söyleme ihtiyacı duymaktalar.
Eril siyasal yapıların, feminist kadınları kendi aralarına istemedikleri de bilinmekte.
Dolayısıyla cinsiyet eşitliği politikalarının “modernleşme” görüntüsü altında kabulü, eril
dünya için “durum kurtarma” dan öteye gitmez ve böylece, hem feminizmin taleplerine
uyulmuş hem de feminizm savuşturulmuş olurken, eril dünya ile bazı kadınlar arasında
feminizmi “kullanarak yok eden” bir uzlaşmanın ortaya çıktığı da söylenebilir.
11 Bu konulara dikkat çeken çalışmalar da var. Örneğin İktisat Dergisi’nin 469. sayısında
(Ocak 2006), “eşitsizliğin gölgesinde eşit olmak” başlıklı yazısıyla Berna Güler-Müftüoğlu
Türkiye’de kadınlar için neyin değiştiğini sorgularken, Nuray Ergüneş de, kadın hareketini
irdeleyen yazısında projeciliğin yakıcılığından söz etmektedir.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
47
çalışmaların büyük bölümü de kadının konumuna ilişkin durum ve koşulları
saptamaya yönelmekte. Bu anlamda tanımlayıcı çalışmalar öne çıkarken, AB
çevresinde uygulanan politikaların da çoklukla kıyaslanacak modeller olarak
kullanıldığı görülmekte. Kadın istihdamı alanında yapılan çalışmaları değerlendiren
Yıldız Ecevit, 1980-2007 arasında bu alanda yapılan 785 çalışmayı alanlar, konular,
türler açısından değerlendirirken, bazı ortak nitelikleri de çıkarmaya çalışmış;
saptadığı önemli bulgulardan biri çalışmaların genelliği, bir diğeri de kadın
istihdamının sınırlanmasında talep yönünün pek inceleme konusu yapılmaması
(Yıldız Ecevit, 2007). Oysa cinsiyet eşitliği politikalarının engelleri aşma
kapasitesinin, gelişmiş Batı toplumunda bile sınırlı kaldığına göre, Türkiye’deki
yapısal yetersizlikleri tartışmanın çok daha önem taşıdığını söylemeye gerek yok.
Öte yandan Ecevit, bir başka çalışmasında son yıllarda feminist çalışmaların
(toplumsal cinsiyeti esas alan) sayısında artma olsa da, kadın çalışmaları alanının
feminist yaklaşımı yok sayan, ana akım kuramları ele alarak ana akım bilgiye
“kadınlık” bilgisini ekleyerek metodolojik sorunun çözüleceğini düşünen,
“feminist” bilgiyi kullanmayan, hatta reddeden çalışmaların işgaline uğradığından da
söz etmekte (Yıldız Ecevit, 2010; 1-3): Bu alanı anti-feminist saldırılardan korumak
ve geliştirmek gerektiğine söyleyen Ecevit, akademik feminizm ile feminist hareket
arasındaki ilişkinin zayıflığına ve feminist bilgi üretenlerle feminist politika yapanlar
arasında ilişkinin güçlendirilmesi gereğine de işaret etmektedir; ki, çok haklı.
Sonuç olarak, indirgenmiş cinsiyet eşitliği politikalarının, ana akım kadın
hareketi tarafından da büyük ölçüde paylaşıldığı gibi bir gerçek var. Oysa, 2000’li
yıllarda AKP iktidarıyla birlikte toplumda güç kazanan muhafazakâr eğilimleri ve
eşitlik politikalarının iyice araç haline getirilişini düşünürsek, geleceğin feminist
istemler için pek umut verici olmadığını anlamanın yanı sıra, kadın hareketi
açısından pek parlak bir gelecek görünmüyor. Örneğin, liberal ekonomi kadın için
ekonomik güçlenme ve sosyal güvence gibi gelişmeleri önlemeye devam eder ve
kadınlar arasındaki eşitsizlikler büyürken, kadın hareketinin “yardım” kuruluşu
olmaktan öteye gitmesi zor; kadını ailedeki rolüyle ele alan yaklaşımlar güçlenirken,
bırakınız özgürleşme ve güçlenme taleplerini, kadın-erkek eşitliğinden söz etmenin
bile gündemden düşme tehlikesi var.
Bu gelişmeleri gören ve tartışan feministler var kuşkusuz; ancak
mağduriyetler veya projelerle uğraşan kadın hareketinin bunlarla ilgilendiği
konusunda kuşkular büyük. Oysa kadın hareketinde indirgenmiş eşitlik
politikalarıyla bir hesaplaşma, kendine ilişkin bir değerlendirme yapmak ihtiyacı
büyük. Örneğin bu ülkede çalışma yaşamında kadın için sorunlar artarken, bunları
yalnız saptamakla mı yetinilecek; yoksa kadının istihdama katılımının kendi başına
bir amaç değil, bir özgürleşme ve güçlenme aracı olarak savunulması mı
düşünülecek? Oy vermekle mi yetinilecek, yoksa sosyal ve ekonomik vatandaşlığın
peşine mi düşülecek? Bakım hizmeti için aileye yardım mı konu edilecek; yoksa
bakım emeğini dikkate alan bir ekonomik ve sosyal örgütlenme mi istenecek?
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
48
Küresel piyasaların baskısına karşı, kendini kurtaran kadınlar mı yeterli sayılacak,
yoksa ücretli veya ücretsiz tüm emeğe sahip çıkılması mı konuşulacak? Tabii, yalnız
konuşmakla mı kalınacak, yoksa politik olarak savunmanın yolları mı aranılacak
sorusunu da ekleyebiliriz. Bunları savunmanın, ekonomik sistemi de, liberal
politikaları da, sosyal devletin zavallılığını da, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin
büyüklüğünü de konuşmayı gerektirdiğini söylemeye, gerek yok!
Yok, bunlarla uğraşmayacaksa, yukarıda da söylediğim gibi, kadın hareketine
“indirgenmiş” eşitlik politikalarıyla “oyalanmak” düşeceği açık.
Tüm bunların bizi getirdiği son bir değerlendirmeyle bitirelim.
5- Feminizm Açısından Açılım, ya da Tükenme mi?
Evet, ülkelere göre de, kadınlara göre de eşitlik politikalarının sonuçları fark
ediyor; bu nedenle sonuçlardan konuşurken, bu farklılıkların payını dikkate almak
gereği gözden çıkarılamaz. Herhalde, en başta postmodern feminizmin bu yolda bir
itirazı olması beklenir. Ancak, hem olumlu sonuçların toplumsal-siyasal koşulların
elverişli olmasına bağlı olarak ortaya çıktığı hem de eşitlik politikalarının ekonomik
sistem karşısında uygulanma kapasitesinin çok sınırlı kaldığı yeterince açıklık
kazandı, sanırım.
Bu koşullarda, en başta da gelişmekte olan ülkeler için umut nerede; şu
sorulara nasıl yanıt bulunulacak; merak edilmeyecek gibi değil. Kırsal kesimdeki
kadının koşullarını iyileştirmek gerekiyor; peki, tarıma kapitalizm girer, küçük
işletmeler dağılır ve kadın için kente (veya başka ülkeye) göç etmekten başka çare
kalmazken, bu iyileşme nasıl olacak? Kadın istihdamının arttırılması amaçlanıyor; iyi
de, işgücü piyasası küreselleşir ve işgücü açısından rekabet artarken, yaygın işsizlik
her yerde sorun haline gelirken, bu nasıl başarılacak? Kadının istihdamdaki
koşullarının iyileşmesi önemli; ancak, tek avantajı ucuz emek olan ülkelerde
piyasaya rağmen, bu nasıl gerçekleşecek? Bakım sorumluluğunun devletçe
paylaşılması ve ulaşılabilir bakım hizmetlerinin sağlanması gerekli; kamu
harcamalarının kısıtlandığı ve daha da kısılmasının istendiği, sosyal hizmetlerin
piyasalaşma sürecine girdiği koşullarda, bunu kim üstlenecek?
Hepimiz, bu sorulara verilecek anlamlı bir cevap olmadığını biliyoruz.
Aksine, kadınların çoğunluğu için bugün de ağırlığı hissedilen kuralsızlaşma,
enformelleşme, esnekleşme eğiliminin artarak devam etmesi ve güvenceli işlerin
istisna haline gelmesinin daha muhtemel olacağını söyleyebiliriz. Her yerde yaygın
ve yüksek işsizlik var; sermaye de hem yüksek teknoloji hem küresel işgücü
piyasasından yararlanırken kimse işsizliğin ortadan kalkacağını beklememekte.
Büyümenin istihdam yaratma kapasitesi azaldığından, yeni istihdamın daha çok
güvencesiz ve geçici işlerle yaratıldığı da bilinmekte.
Oysa feminizmin, yalnız kadının koşullarının biraz iyileşmesi değil, ücretli ve
ücretsiz işler arasındaki ayırımın kalkması, çalışmanın anlamının değişmesi,
yaşamın-yeniden üretiminin ekonomik ve toplumsal açıdan değerlenmesi, bakımın
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
49
ve buna özgü anlayış ve değerlerin (bakım etiği) dikkate alınacağı bir toplum ve
dünya, ekonomi ve siyaset tasavvuru var. Bunlara ne olacak? Vazgeçilemez;
vazgeçilirse de feminizm diye bir şey kalmaz!
Dolayısıyla feminizm için sistem tartışması kaçınılmaz. Kapitalizmin
kar/çıkar mantığını esas alan ekonomi anlayışı ile ne eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk,
adaletsizlik gibi sorunlara çare bulmak ne de feminist taleplere güç kazandırmak
mümkün. Bir de, kapitalist ekonominin dinsel ve kültürel muhafazakârlıkla işbirliği
yapmaktan kaçınmayışını dikkate alırsak, feminizm için varoluş sorununun daha da
büyüdüğünü söylemek abartı olmaz.
Kuşkusuz, farklı feminist yaklaşımları ve post-modern dünyada genel ve
bütünlükçü yaklaşımlara duyulan kuşkuyu dikkate alırsak, ortak görüş ve
yaklaşımlar aramaya yönelmenin kolay olmadığını da söyleyebiliriz. Ancak postmodernizmin
belirsizlik, görecelilik, durumsallık tezlerine kapılarak feminizmin
kadınların özgürleşmesi adına hiçbir iddia ileri süremeyecek bir noktaya gelme
tehlikesi de var. Oysa feminizmin bakım etiği merkezli ekonomi, toplum ve dünya
görüşü, birçok açıdan vaat edici ve daha farklı bir dünya isteyenler için geleceğin
kurgulanmasında önemli bir çıkış noktası olma özelliğine sahip. Ve feminizmin bu
anlayışını, farklı bir dünya arayışının temeli yapmakta ısrarcı olmak da gerekiyor.
Öte yandan yaşananlar, farklılıklar içinde genelliği de işaret ediyor; bu
nedenle bütünlükçü yaklaşımlara olan ihtiyaç büyük. AB çevresindeki ve ABD’deki
feminist harekette ortaya çıkan eleştiri ve tartışmalar da, bütünlükçü arayışlar
içindeler. Ancak, Batı’da yükselen bu tartışmaların kendi gerçeklikleriyle
sınırlanmaları gibi sorunlar da var. Bu nedenle AB çevresinde bakım ekonomisi ve
refah devleti açısından yapılan tartışmalara, bazı çekinceler koymak gerekiyor.
Feminist hareket içinde taraftar bulan temel gelir (basic income) önerisi konusunda
da, kendi adıma benzer kaygıları duyuyorum. Bu tür önerilerin bugünkü koşullarda
gelişmiş ekonomilerde de hayata geçmesi zor; ancak diyelim, buralarda hayat buldu;
bunun anlamını da düşünmek durumundayız? Bu durum, küresel düzeydeki iş
bölüşümü ve gelir adaletsizliğinin devam etmesi, bu önlemlerin finansmanı için
başka ülkelerdeki kadınların (tabii ki erkekler de) çok daha olumsuz koşullarda
üretimi sürdürmesi ve doğanın daha fazla tahrip edilmesi anlamına gelmeyecek
midir? Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Batı’nın ayrıcalığının devamını
istemek, ne solla ne de feminizmle bağdaşır. Öte yandan, bu tür haklardan bu
ülkelerdeki göçmen işgücünün yararlanamayacağını düşünürsek, bu ülkelere özgü
kalacak gelişmeler karşında daha da kuşkulu davranmamız gerekmekte.
Özetle, feminizm için eşitsiz, hegemonik, ikili bir dünyaya karşı olmak
önemli ise; eşitlik ve bakım emeği temelli bir dönüşüm esas alınıyorsa, kendisiyle
tutarlı olmak adına her ülkede geçerli olacak ve sınıf, renk, ırk, yerli-göçmen gibi
ayırımları dikkate alacak bir eşitlik anlayışı ve küresel düzeyde uygulanabilecek bir
bakım ekonomisini esas alması anlamlı olabilir. Örneğin, feminist tartışmalarda
bugün en çok konu edilen “bakım etiği” (care ethics), insan hakları, eşitlik, haklılık
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
50
gibi soyut konulara dayalı adalet etiğinden farklı olarak, ilişkisellik ve karşılıklı
bağımlılığa, insanı çevreleyen koşulları dikkate almaya, güven sağlama ve ihtiyaçlara
cevap vermeye odaklanmış bir anlayış olarak tanımlanmaktadır (Virginia Held,
2004; 144). Karşılıklı bağımlılık, ilişkisellik, dayanışma denilince, bunların ülke
sınırlarında bitmeyeceği açık. Bu nedenle feminizm, küresel düşünmek ve buna
yönelik bir kuram ve yaklaşım aramak durumunda. Kaldı ki, gelişmiş ekonomiler
içinde de kadınlar arasında büyük farklılıklar varken, “kendisi için kuram” üreten
Batı’lı feministlerin kiminle dayanışma sağlayacakları sorusu da var.
Burada bir sorumluluk da, gelişmekte olan ülkelerdeki feminist harekete
düşmekte. Ortaya atılan tartışma ve önerilerin hangi kadınlar için anlamlı olurken,
hangi kadınları görmezlikten geldiği meselesine dikkat çekmek de, kendi
deneyimleri ve yaklaşımlarının dikkate alınmasını istemek de, öncelikle onların
sorumluluğunda. Özellikle Türkiye gibi, ekonomik açıdan gelişir görünürken insani
gelişme açısından arkalarda kalan ülkelerdeki feminist hareketin, Batı’daki
uygulamalarla özdeşleşmeden önce, bu uygulamaların sistemle ilişkisini ve bedeli
kimlerin ödeyeceğini düşünmek durumunda olduğuna işaret etmekte fayda var.
Öyle görünüyor ki, solun “enternasyonallik” rüyasının peşine şimdi kadınlar
düşmek durumundalar. Bakım emeği ve ücretli emeğin birbirinden ayrılmazlığını
savunan feminizm için, sol yaklaşımlar da, enternasyonallik de uzak olamaz. Bu
nedenle soldan ve feminizmden bir sentez çıkarmak zor olmasa gerek. Örneğin
Hardt ve Negri’nin kapitalist üretimin kaynağının bireysel emekten toplumsal
emeğe ve sonunda toplumsal sermayeye kayması olarak günümüzdeki süreç için
kullandıkları “toplumsal emek” kavramı (Michael Hardt ve Antonio Negri, 2003;
322), görünmez kılınan bakım emeğini de içermekte; bu nedenle toplumsal emek ve
toplumsal çatışma kavramları, sosyalizm ve feminizm arasında ortak bir zemin
olma niteliğine sahip.
Tabii feminizmin meselesi ekonomiyle sınırlı değil; sınıflar, ırklar, kültürler
açısından dikkate alınacak daha birçok şey var. Dolayısıyla bu kadar çok değişkene
cevap verecek bir feminizmi tasarlamanın çok zor olacağı da açık. Bu noktada,
zorlukların farkında olan Fraser’i hatırlamak ve feminist yaklaşımla ilgili şu
saptamasına yer vermek anlamlı olur sanırım (Nancy Fraser, 2008; 172-173):
Feminist yaklaşım, toplumsal cinsiyet egemenliğinin politik ekonomi ve politik
kültüre, devlet aygıtları ve kamu alanlarına yerleşmiş, toplumsal açıdan yayılmış,
sınıf, köken, yaş, uyruk, duruma göre ve ilişki bağlamında çeşitlenmiş olması
nedeniyle hem özgün durumları hem küresel ekonomi gibi çok geniş araştırma
nesnelerini kavramamıza izin verecek biçimde esnek ve güçlü, eklektik ve
pragmatik olmak durumundadır. Kendi adıma, sol-feminist-ekolojik-hümanist bir
sentez içinde, ideolojik ve pragmatik, bütünlükçü ve esnek olma ihtiyacına oldukça
yanıt bulunabileceğini düşünüyorum. Bu geniş çerçevede, bakım etiği ve toplumsal
emek de, birçok soruya yanıt verme potansiyeline sahip görünmekte. En azından,
bunlar üzerine düşünmek ve tartışmak durumundayız.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
51
KAYNAKÇA
Akın, Ayşe (2008), Kadının Statüsü ve Sağlığı ile İlgili Gerçekler, KSGM,
www.ksgm.gov.tr/
Baer, Judith A. (2010), Why Feminism and Liberalism Need Each Other: The
Case for Reconciliation”, Paper for The Annual Meeting of the American Political Science
Association, Washington, September 1-5; http//papers.ssrn.com/
Borchorst, Anette (2010), “The Danish Boar of Equal Treatment”, Hearing on
and independent center of gender equality, Christiansborg (10. February, 2010),
www.epa.aau.dk/fileadmin/CCWS
Daly Mary (2005), “Gender Mainstreaming in Theory and Practice”, Social
Politics, 12 (3); 433-450.
Dietmar, Rauch (2007), “Is There Really Scandinavian Social Service Model?: A
Comparison of Childcare and Elderlycare in six European Countries”, Acta Sociologica,
50 (3); 249-269.
Ecevit, Yıldız (2010), “Akademik Bir Alan Olarak Kadın Çalışmaları:
Karşılaştırmalı, Feminist, Eleştirel Bir bakış”, 21. Yüzyılın Eşiğinde Kadınlar: Değişim ve
Güçlenme, (der.) Füsun Döşkaya, Dokuz Eylül Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Uluslararası Multidisipliner Kadın Kongresi Bildiri Kitabı 1. Cilt, İzmir.
Ecevit, Yıldız (2007), “Türkiye’de Kadın Emeği ve İstihdam Alanında Yapılmış
Çalışmaların Değerlendirilmesi”, Kadın Emeği ve İstihdam Toplantısı Raporu, (der.) Serap
Güre, Kadınlarla Dayanışma Vakfı-FES Yayını, İstanbul.
Esping-Andersen, G. (1990), The Three Worlds Of Welfare Capitalism, Princeton
University Press, New Jersey.
Estevez-Abe, Margarita (2009), “Gender, Inequality, and Capitalism: The
‘Varieties of Capitalism’ and Women”, Social Politics, Summer, sp.oxfordjournals.org/;
182-191.
EU (2009), “Longer parental leave and incentives for fathers agreed by EU
Ministers”, EU Press Releases, http://europa.eu/pressreleases/
EU (2000), “Towards a Community Framework Strategy on Gender Equality”
(2001-2005), Communication from the Commision ,
http://europa.eu/legislation_summaries/
EWL (2010), “From Beijing to Brussels: an Unfinished Journey”, European
Women’s Lobby, www.womenlobby.org/
Folbre, Nancy (2008), “Reforming Care”, Politics and Society, 36 (3); 373-387.
Folbre, Nancy (2009), “Varieties of Patriarchal Capitalism”, Social Politics,
Summer, sp.oxfordjournals.org/; 204-209.
Fraser, Nancy (2008), “Pragmatizm, Feminizm ve Dilsel Dönemeç”, Çatışan
Feminizmler, (der.), Seyla Benhabib; Judith Butler; Drucilla Cornell; Nancy Fraser, Metis
Yayınları, İstanbul.
Gannon, Brenda; Plasman, Robert; Rycx, François; Tojerow, Ilan (2005),
“Inter-industry Wage Differntials and the Gender Gap; Evidence from Europğean
Copuntries”, IZA Discussion Papers, www.iza.org/
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
52
Gelb, Joyce, (1990), Feminism and Politics; A Comparative Perspective, University of
California Press, Berkeley.
Hardt, M.; Negri, A. (2003), Dionysos’un Emeği, Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi, Çev.
Ertuğrul Başer, İletişim Yayınları, İstanbul.
Held, Virginia (2004), “Care and Justice in the Global Context”, Ratio Juris, 17
(2); 141-155.
Inter-Parliemantary Union (2008), Equality in Politics: A Survey of Women and Men
in Parliaments, IPU; www.ipu.org/
Kadıoğlu, Ayşe (1999), “Cinselliğin İnkârı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi
Olarak Türk Kadınları”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Tarih Vakfı. İstanbul; 89-100.
Kalsem, Kristin; Williams, Verna L. (2008), “Social Justice Feminism”, University
of Cincinati Researh Papers, http://ssrn.com/
Kesler-Harris, Alice (2003), “In Pursuit of Economic Citizenship”, Social Politics,
10 (2), sp.oxfordjournals.org; 158-175.
Koray Meryem (2005), Avrupa Toplum Modeli, İmge Yayınları, Ankara.
Koray, Meryem (1998), “Türkiye Kadın Hareketinin Soru ve Sorunları”, 75
Yılda Kadınlar ve Erkekler, Tarih Vakfı. İstanbul; 361-375.
KSGMa ( 2008), Türkiye’de Kadının Durumu; www.ksgm.gov.tr/
KSGMb (2008), Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Eylem Planı 2008—2013;
www.ksgm.gov.tr/
KSGMc, (2008), Birleşmiş Milletler CEDAW Komitesine sunulmak üzere hazırlanan
Altıncı Periyodik Türkiye Raporu; www.ksgm.gov.tr/
Lewis Jane; Campbell, Mary; Huerta, Carmen (2008), “Patterns of paid and
unpaid in Western Europe: gender, commodification, preferences anrfd the
implications for policy”, Journal of European Social Policy, 18 (1); 21-37.
Lewis, Jane (2003), “Economic Citizenship: A comment”, Social Politics 10 (2),
sp.oxfordjournals.org; 176-185.
Lewis, Jane (2000), “Gender and Welfare Regimes”, Rethinking Social Policy, (der.)
Gail Lewis; Sharon Gewirtz; John Clarke, Sage Publications.
Lewis, Gail (2000), “Introduction: Expanding the Social Policy Imaginary”,
Rethinking Social Policy, (der.) Gail Lewis; Sharon Gewirtz; John Clarke, Sage
Publications.
Lister, Ruth (2000), “Gender and the Analysis of Social Policy”, Rethinking Social
Policy, Sage Publications.
Lodovici, Manuela Samek (2003), “The Dynamics of Labour Market Reform in
European Countries”, Why Deregulate Labour Markets? (der.) Gosta Esping–Andersen;
Marino Regini, Oxford Uni. Pres.
Maher, Kristen Hill (2004), “Globalized Social Production”, People Out of Place
(der.) Alison Brysk; Gershon Shafir, Rotledge; 131-151.
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
53
McCall, Leslie; Orloff; Ann (2005), Social Politics, Summer,
sp.oxfordjournals.org; 159-169.
Mandel, Hadas; Michael Shalev (2009), “Gender, Class, and Varieties of
Capitalism”, Social Politics, Summer, sp.oxfordjournals.org; 161-181
Morgan, Kimberly J. (2008), “The Political Path to a Dual Earner/Dual Carer
Society: Pitfalss and Possibilities” Politics and Society, 36 (3); 403-420.
Mossesdottir, Lilja (2002), “Moving Europe towards the Dual Breadwinner
Model”, Research Paper, Bilfröst School of Business, www.bilfröst.is/
Nelson, Julie A. (2005), “Rationality and Humanity: A View from Feminist
Economics”, Global Development and Environment Institute Working Paper,
http://ase.tufts.edu/gdae
Nelson, Julie A. (2010), “Care Ethics and Markets: A View from Feminist
Economics”, Global Development and Environment Institute Working Paper,
http://ase.tufts.edu/gdae
Özkaplan, Nurcan (2009), “Duygusal Emek ve Kadın İşi/Erkek İşi”, Çalışma ve
Toplum, 2; 15-23.
Palier, Bruno (2004), “The Europeanistion of Welfare Reforms”, Paper presented
at Cost Conference, 20-22 May 2004, http://palissy.humana.univ-nantes.fr/msh/costa15/
Perrons, Diane (2005), “Gender Mainstreaming and Gender Equality in the
New (Market) Economy: An Analysis of Contradictions”, Social Politics,
sp.oxfordjournals.org; 389-411.
Savran, Sungur (2006), “AB’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları”,
Birikim, 204; 40-54.
Soskice, David (2005), “Varieties of Capitalism and Cross-National Gender
Differences”, Social Politics, Summer, sp.oxfordjournals.org; 170-179.
Tekeli, Şirin (1998), “Birinci ve İkinci Dalga Feminist Hareketlerin
Karşılaştırmalı İncelemesi Üzerine Bir Deneme”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Tarih
Vakfı. İstanbul; 337-346.
UNDP (2010), Human Development Report, http:/hdr.undp.org/
UN (2009), World Survey on the Role of Women in Development, 2009; www.un.org/
UNDP (2006), Gender Equality: Evaluation of Gender Mainstreaming in UNDP,
www.undp.org/
Walby, Sylvia (2004), “The European Union and Gender Equality: Emergent
Varieties of Gender Rejime” Social Politics 11 (4); 4-29.
Walby, Sylvia (2005), “Gender Mainstreaming: Productive Tensions in Theory
and Practice” Social Politics, 12 (3); 321-343
Weisman, Deborah M. Weissman (2009), “Gender and Human Rights: Between
Morals and Politics”, UNC Legal Studies Research Paper, No 1655902;
http//papers.ssrn.com/
Avrupa Birliği ve Türkiye’de “Cinsiyet” Eşitliği Politikaları
54